24 Nisan 2016 Pazar

1. BÖLÜM - BULANIK

Playlist:
KALBEN - Sakin Ol Evladım
AURORA - Runaway
*-*
Hiçliğin topraklarında en zamansız yeşeren ruhlar, yazarlara aittir. Güneş tenini ne kadar yakmış, yağmur gözyaşlarına kaç sefer karışmış ve rüzgar saçlarına kaç sevdayla dolanmış olursa olsun bir yazarın ölümü daima fırtınalı bir geceyi anımsatır bana. Tabutu omuzlarda taşınırken ve nihayet o çukurun içine gömülürken kaleminden düşen son mürekkep damlalarının onu terk etmemek için toprağa sıkı sıkı tutunduğunu hissederim. Oraya kök salar, orada açarlar gözlerini dünyaya, kara toprağın altında. Çünkü onları kağıda nakşeden parmaklara dokunabilecekleri tek yer yazarın boyuca kazılan çukurdur artık ve mürekkep kurur, kalem tükenir, kağıtlar yırtılır. Koca bir ömrün hayalleri zaten sığmaz o çukura, bir de onlarca kitap karakterini düşünürüm. Hepsini bir yumruk büyüklüğündeki kalbine sığdırabilen bu yüce insanlara dar gelmez mi mahşer alanı; bize bile dar gelirken bu koca dünya?
Bir yazarın zihninden düşen, basınçla patlayan ve dört bir yana saçılan harfler. Sert ünsüzlerin kırık kuyruğu, sekiz ünlüden sadece biri, kalan yedi cücenin pamuk prensesi. Kalbinin derisi iltihaptan sararmış, kabukları koparılmış, yaralardan kabarmış. Yazarının mezarı başında asılı kalan günahkar roman kahramanıydım ben; yazarımın tabutunu ben yapmıştım lakin herkes ona hakkını helal ederken o bana haram etmişti ve mürekkep üstümden kaymış gitmişti. Yazarının mezarını her gün sulayan acılı bir roman kahramanıydım ben; bir su damlasından farksızdım, şeffaftım, yalındım. Beni yaratan kalemin sahibiyle aramda dünyalar vardı artık. Vuslat, bu gezegeni avuçlarımda parçalasam da sonsuzluğa karışmıştı. Yazarının mezarı başında asılı kalan ünlü bir roman kahramanıydım ben; tıpkı annesiz bir çocuk gibi.
Ünlü bir Türk yazarın ölümü süslüyordu gazeteyi, defalarca kez okuduğum satırları paspasın altına süpürüp kulaklarımda çınlayan hatıraların dilini kestim. Bir bebeğin doğuştan sahip olduğu emme refleksi gibiydi bu bende, acımı bastırmak pahasına kendi kanımı bile akıtabilirdim. Derin bir nefes alıp henüz bu kadar kötü olmadığımı hatırlattım kendime ve başka bir haberi okumaya başladım. Gözlerimde çevrilen ipten birer birer atladı kelimeler, harfler sokakta oyun oynayan bir çocuk kadar masumdular ancak sekerek değil de, keserek geçtiler sanki boğazımdan. Gazete küpürüne basılan fotoğrafı bana yabancıydı ancak zihnimi darmaduman eden mavi gözleri en az benimkiler kadar parlaktı. Ruhumu elektrikli bir sandalyeye oturtmuşlar gibi bağırma isteğiyle sarsıldığımda Karadeniz'in sert rüzgarı yüzümü yaladı.
Saman kağıdına basılı gazetenin kenarındaki siyah, mavi, pembe ve sarı renkli yuvarlaklara ifadesizce bakarken içimde dönen afetlere rağmen suratım mahkeme duvarı gibiydi. Beni terk edip giden kadının gazetelere manşet olan başarılarına alışkındım, o dünya çapında ünlü bir avukattı. Soyadımın getirdiği naçizane tesadüfler on yedi senelik kötü bir alışkanlıktan ibaretti benim için ama yine de içimin derin bir nefretle dolmasına mani olamamıştım; tam tepemdeki çam ağacına karşı bile. Vücuduna yediği balta darbelerine dayanamayıp yere serildiği, fabrikalarda bu parmaklarımın arasındaki kağıt haline geldiği ve kağıdın ince damarlarına yayılan mürekkebe izin verdiği için. En iyi dostum bildiğim sözcüklere kızgındım; insanın en vefalı dostlu aynalar falan değildi, hikayeydi o, insanın her haline derman olan yegane şey sözcüklerdi. Şimdi onlar bile bana düşmanmışız gibi davranıyor, şaire yıllar yılı dost görünen aynalar kadar kahpe davranıyorlardı.
İnsan bir günah işledikten sonra, sol omzundaki meleğin defteri hiç boş kalmıyordu; bu, bir defa koynumuza giren acının bize nasıl müptela olduğunun en güzel kanıtıydı. Acıya karşı bağışıklık kazanan insanlara hep imrenerek bakmıştım. Ya ben o acıyla baş edemeyecek, acıya asla alışamayacak kadar güçsüzdüm ya da o acıya alışmak istemiyordum.
İnsan annesinin yokluğuna hiç alışmak ister miydi?
İçimde hala taze olan yara kabuğunu kaşımayı sürdüren cümleleri okumayı reddederek gazetenin bir sonraki sayfasına geçmek için hamle yaptım, tam o sırada iri bir el aniden gazetemin üstüne indi. Kulağımı okşayan kağıtların hışırtısına bir de Çağatay'ın gür sesi eklenince olduğum yerde sıçrayarak hamakta ters döndüm ve dengemi sağlayamadan yere kapaklandım.
"İt herif!" diye bağırdığını duydum Kenan'ın. Ellerimi çam ağaçlarından düşen iğne yapraklara aldırmadan yere bastırdım ve kafamı kaldırdım. Kenan ve Kumsal'ın başında dikildiği sac mangaldan harika bir koku yükseliyor, Kenan Kumsal'ın hoşlanmadığını bile bile karnımı guruldatan sucuğun dumanını onun sarı saçlarına sallıyordu.
Dizlerimin üstünde sürünerek hamağın altından çıktım, dizlerime batan iğne yapraklarını silkelerken Çağatay'ın biraz önce elimde tuttuğum gazetenin spor sayfasını açtığını ve hamağıma kurulduğunu görmek, gazeteyi onun o at ağzına tıkma isteği uyandırmıştı içimde. Utanmadan yüzsüzce sırıttığını görünce hamağa acımadan ve tepkimi ölçmeden bir tekme savurdum.
"Montofon ineği gibi yayılmış hemen! Kalksana ayı!"
"Çek lan toynaklarını üzerimden," diye çemkirdi Çağatay. Dudaklarının arasında benim dizlerime batan iğnelerden biri vardı, uzun çamın koyu yeşil gölgesi tenine yansımıştı. Gözlerini bana çevirerek dalga geçer gibi bir tavırla bakmayı sürdürdü.
"Bir şeyin yok değil mi? Barışspor döndüğünde seni çizdiğimi fark ederse beni kucağına oturtup..."
"Çağatay!" diye öfkeyle kestim lafını. En yakın arkadaşlarının neredeyse tümü erkek olan bir kız olarak abes karşılamıyordum bu tür imaları ama Çağatay benim bir kız olduğumu sık sık unuturdu.
"Ne kızıyorsun kızım? Beni kucağına oturtup bu hamakta sallar, sonra da mancınık gibi boğaza fırlatır diyecektim." Dişlerinin arasındaki çam yaprağını çiğnerken, ben de hamağı bağladığımız uzun çamın hizasındaki, yeni kesilmiş yaş ağaç kütüğüne oturdum. Yapacak bir şey yoktu, ince kollarımla Çağatay'ı o hamaktan indirmem mümkün değildi. Sinirimi yatıştırmak için doğayla iç içe bir ortamda, ağaçların arasında olduğumu hatırlattım kendime. Karadeniz ayaklarımızın altındaydı, petrol mavisi rengindeki deniz kadife kadar yumuşak görünüyor ve bu sükunet, sahile çarpan dalgalar kadar hoş bir huzuru armağan ediyordu yüreğime. Yapımına başlanan üçüncü köprünün ardında bulutlu gökyüzü yağmur tadında bakıyordu ama yine de hava ılıktı şansımıza.
"Şişt," Çağatay bebek mezarı büyüklüğündeki ayağını bana doğru uzattı, zaten uzun bacakları hamağa sığmadığından bu hiç de zor olmamıştı. "Çok mu özledin Barış'ı?"
Abime olan özlemim ateş olup kalbimi bir karahindiba çiçeğiymişçesine yakıyordu, konuşursam ufak çocuklar gibi ağlayacağımı bildiğimden dudaklarımı birbirine bastırmakla yetindim. Çağatay, her ne kadar beni deliye çevirmeyi pek sevse de sessizliğimi en iyi o anlardı, bense onu tek bakışından tanırdım. Çağatay ve diğerleriyle,  yetim çocuklara sahip çıkarak aralarından sivrilenlere iyi bir eğitim görmeleri için şans tanıyan ve oldukça başarılı olan bir okulda tanışmıştık. Kumsal'la da öyle, hatta Tuna, Doğukan, Sina, Nejat ve Kaan ile de öyle. Kaan şimdi aramızda değildi, abim ve Doğukan ile beraber on ikinci sınıf oldukları için YGS'den sonra Ankara'ya okul gezmeye gitmişti. Başka arkadaşlardan farklı olarak aramızda garip bir bağ vardı, birbirimize aile olmak zorunda kalmıştık çünkü bizim birbirimizden başka hiç kimsemiz olmamıştı. Çağatay, abim ve ben, bu grubun içindeki aileleri tarafından küçükken terk edilenlerdik, belki de bu yüzden, Çağatay da en az benim kadar kaybetmiş hissediyordu. Ne zaman onunla böyle uzun uzun bakışsak diğerlerinin yanında dile getiremediğimiz ailelerimizden konuşurduk, ya da bu benim kendi kendime kurduğum bir hayal de olabilirdi. 
Aramızdaki sözsüz bakışmanın sonsuza dek gideceğinden korkarken, eziyet verici sessizliği otları ve yaprakları ezerek gelen ayak sesleri oldu. Bakmadan da bana elindeki kırmızı gelinciği uzatanın Tuna olduğunu söyleyebilirdim. Bu kadar ince ve kibar bir davranış sadece ona ait olabilirdi.
"Yine yerini Çağatay'a mı kaptırdın sen?" dedi gülerek; onun keyfi bulaşıcıydı, ben de gülümseyerek kafamı salladım ve sevimliliğine aklımda kalan bir şarkı sözüyle cevap verdim. "Yine mi sen, bayram günü gibi gelen?"
Ağaç kütüğünün dibine, ayaklarımın altına çökerken elindeki kitabı da kucağına koymuştu. Kıvırcık kafasını kaldırıp tatlı tatlı bakınca dayanamadım, burnundaki gözlüğü alarak "Kirlenmiş bu," diye mırıldandım. Gözlüğün camlarını kot montumun içindeki koyu renk tişörtüme silerken Tuna "İleriden gelen Sina ve Nejat mı?" diye mırıldandı. Zavallı arkadaşım çok ileri derece miyop olduğu için genelde kör muamelesi görüyordu bizden.
"Oha Tuna, o gelen Kumsal lan Kumsal," diye dalga geçti Çağatay, ardından sağ elini iki yaparak Tuna'ya doğru uzattı. "Bu kaç görebiliyor musun kardeşim?"
Tuna'nın gözlüklerine geri burnuna takarken o ikisine kıkırdıyordum. "Çağatay senin o elini alır, mahrem bölgenden içeri itiveririm." Eğilip Tuna'nın yanağına bir öpücük kondurduğum sırada Sina ve Nejat da selam vererek Tuna'nın karşısına oturdular. Sina ve Nejat ikizdi ve birbirlerinin tıpkısıydılar, bazen biz bile hangisinin hangisi olduğunu karıştırabiliyorduk ancak sol kolundaki, felsefe olimpiyatlarında yaptığı dereceler yüzünden müdürün ona hediye ettiği pahalı saati hiçbir zaman çıkarmayan Sina ve sevgilisinin sarı saç tokasını da hep bileğinde taşıyan Nejat'tı.
"Bize yok mu öpücük Itır Hanım?"
Nejat'a dil çıkararak "Seni sevgilin öpsün," dedim. Çağatay ise gazeteyi kucağına katlamıştı, ağzındaki çiğneye çiğneye ezdiği iğne yaprağı çıkartarak "Çifte standart var kardeşim." dedi Tuna'yla beni göstererek. "Ben küfür edince tekmeliyor, Tuna küfredince öpüyor. Kalbim ağır yaralı haberin olsun Itır, hem de seksen sekiz yerinden."
Gülerek elimle ona da öpücük gönderdim, Çağatay memnun bir şekilde ellerini ensesinde birleştirdi ve arkasına yaslandı. Beyefendi çapkın olduğu kadar nazlıydı da. "Eğer Hababam Sınıfı olsaydık, sen kesin Ferit olurdun Çağatay."
"Sen de kesin İnek Şaban olurdun." Sina'ya kaşlarımı çatarak yerdeki otlardan bir avuç fırlattım, diğerleri ise onun bu salak esprisine gülüşmekle meşguldü. Arkadaşlarım kendi kendilerine eğlenirken ben ormanın huzurlu kokusunu içime çektim ve mangalın başındaki Kenan ile Kumsal'ı izlemeye başladım. Kenan mangal dumanıyla Kumsal'ı sinir etmeye devam ediyordu, Kumsal üstünün başının duman kokmasından nefret ederdi. Kenan yağlı et maşasını Kumsal'ın saçlarına daldırmaya kalkınca Kumsal'ın tiz bir çığlıkla ormanın derinliklerine doğru koştuğunu gördüm. Civciv sarısı saçları yeşilin binbir tonu arasında kaybolurken, içimde bir endişe baloncuğu patlasa da bu çevreyi çok iyi bildiğimizi hatırladım. Birinin kılına zarar gelse, benim canımdan can giderdi. Onlar sadece arkadaşlarım değillerdi, onlar benim ailemdi. Kenan, Kumsal, Sina, Nejat, Çağatay, Tuna, Kaan ve ben. Onlar yedi cücelerdi, bense onların pamuk prensesiydim. Kenan, abim ve Doğukan bu ailenin büyükleri gibiydiler, bize rehber olup hepimizi bir arada tutabilmek için yaptıkları fedakarlıklar lafla anlatılamazdı. Tabii ki de öz abim dışında Doğukan ve Kenan'a öyle bir saygı duymuyordum, abim uzaklarda yaşayan babaannem ve dedem dışında benim tek akrabamdı ve onsuzken huzursuz hissediyor, Çağatay'ın tabiriyle onu it gibi özlüyordum.
"Itır?" Çağatay'ın sesiyle bakışlarımı hamağa çevirdim. "Bu haberi mi okuyordun sen?
Bahsettiğinin ne olduğunu anlamıştım, kafamı ağır ağır sallarken omuz silktim. "Denk geldim."
"Ne haberi o?" Sina ayaklarını uzatarak oturmuştu, kolları arkasına dayalıydı. Yerdeki çam ağacı yaprağını alarak iki iğnesini ayırdım, parmaklarımın arasındaki ot büküldükçe kafamın içindeki sözcükler daha bir güçleniyor ve dimdik durmaya çalışıyorlardı. "Muhteşem annem yine bir sosyetiğin davasını kazanmış, dalkavukları da hemen onu manşetlere taşımışlar."
Bunu söylerken bile ne kadar çabalasam da sesimin titremesine mani olamamıştım, dişlerimi sıkarak kafamı uçsuz bucaksız gökyüzüne çevirdim. Yapraklarını bir örtü gibi üzerimize seren ve dallarıyla bizi kucaklayan şu orman bile kendi öz annemden daha sıcaktı, daha sevgi doluydu. Yakınımda bir hareketlenme hissedince Tuna'nın doğrulduğunu gördüm, ayaklarının altındaki yapraklar çatırdamıştı. Elini anlayışlı bir tavırla kotumun yırtık dizine koydu. "Yapma Itır. Barış gittiğinden beri sanki tamamen yalnızmışsın gibi hissettiğini görüyorum, yapma ne olur. Biz neyiz burada kızım? Yine unuttun gittin bak bizi."
İçimi çekerek "Unutmak değil," diye mırıldandım. "Sadece içimde kötü bir his var, abim gittiğinden beri kendimi pamuk ipliğine bağlı hissediyorum."
"O nasıl söz öyle kızım ya," diyen Sina'nın beni kolları arasına çekmesine izin verirken gözlerimi yumdum ve gözyaşlarını geri postaladım. İçimde yeşeren siyah güller umurumda değildi, Sina'nın kollarına sıkıca tutunurken kendime iyi şeyler olacağını ve hepsinin özlemden doğan birer kuruntu olduğunu hatırlattım. Benzine batırılan anılar, ufacık bir kıvılcımda bile nasıl da alev alıyorlardı, içimdeki yangın bir başladığında tekrar söndürmek her seferinde benden bir parça götürüyordu.
Abim ve ben, doğdumuz anda annemizden de babamızdan da bir sevgi görmemiştik. Nedenini ikimiz de bilmiyorduk, annem biz henüz üç yaşındayken artık bizi evinde de istememiş ve abimle ben, babaannemin eline kalmıştık. Eğer bugünlere geldiysem, o aksi kadının bendeki emeği büyüktü. Yedi yaşımda, ilkokula başlarken beni yatılı okula gönderse de yıllardır maddi olarak elini üstümden hiç çekmemişti ama manen yalnızdım. On yedi senedir neden bu halde olduğumu çok sorgulamıştım; annemin neden abimi ve beni istemediğini. Konu annem ve babam olduğunda kafam patlayacakmış gibi hissediyordum, yıllardır cevabını bulamadığım soru bir gölge gibi beni takip ediyordu. Yürüdüğüm yolda sokak kaldırımlarının arasına girip beni çıkmaz sokaklara sürüklüyor, bulutsuz gökyüzünde kara bir yağmur bulutuna dönüşüp beni fırtınada şemsiyesiz bırakıyordu. Bir süre sonra bu soruların peşini bırakmıştım, olumsuz düşünceler üzerine gidildikçe, paylaşıldıkça ve uğruna gözyaşı döktükçe, ısınan ruhumuzdan şişerek yükseliyordu. Artık bırakmıştım, artık yorulmuştum. Göğün mavi kubbesine dokunamadan patlayan balonlarım, çocukluğumu yeterince hayal kırıklığıyla sulamıştı zaten. Bundan sonra kurak bir toprak gibi parçalara ayrılacak olsam da, asla cevapların peşine düşmeyecektim.
Sonunu göremediğimiz karanlık yollar, bizi derin uçurumlardan daha çok ürkütürdü. İnsanoğlu ne kadar kötü olursa olsun başına gelen her şeyle mücadele ediyor, her şeye rağmen inatla yaşıyordu lakin sessizliğe hiçbir zaman alışamayacaktı. Hiçbir zaman sessizliğin mabedine süremeyecekti namahrem elini, çatlaklarından sızan ve derin hiçliklere akan cümlelerin haykırışlarını duyamayacaktı. Bu sebepten olsa gerek, Sina bana sessizce sarılmakla yetiniyordu.
Aralarında en duygusal olan bendim, belki en şımarık olan da. Bu denli zorluklara rağmen bugünlere gelen bu insanların arasında anne ve babam hala hayatta oldukları için bazen kendimi suçlu hissediyordum. Oysa beni istemeyen kişi annemdi, ben hala onu delicesine özleyen ve şu an çıkıp gelse affetmek için bir an bile şüphe duymayacak olan küçük kızıydım. Ruhumda tedavisi mümkün olmayan sırlar vardı ve hepsini demir kapılar ardına kilitlemiş, anahtarını da kalbime saplamıştım. Kalbim ben o anahtarı sapladığımdan beri atmıyordu, soğuktu, küskündü. Ne zaman ki annem gelirdi, o gün bahar gelecekti ruhuma, çiçeklenecekti dallarım. Ben ona bir defa sarılsam bütün yaralarım alev alır, kırmızı alazlardan güller açardı.
"Sucuklar hazır, soğumadan koşun hadi!"
'Allah Allah' nidalarıyla mangala koşan Çağatay'ı ilk Nejat takip etti, Tuna da hiç vakit kaybetmeden onun peşinden ok gibi fırladı.
"Itır hadi!" Sina da heyecanla çekiştirmeye başlamıştı beni. Gülerek ayağa kalktım ve beyler masanın etrafına üşüşürken yürümeye başladım. Kenan, aramızdaki en büyüktü, bir nevi babamızdı bizim; hatta genelde abime bile abilik yapardı. Benden iki, abimden de bir yaş büyüktü, bu sene üniversiteye başlamıştı ve Koç Üniversitesi'nde harika bir bölümde okuyordu. Bana kalırsa, üniversite okumasına bile gerek yoktu; harika mangal yetenekleriyle dünyada Nusret Gökçe gibi bir ekol olabilirdi.
"Hadi çiçeğim," dedi ellerini ovuşturarak yarım ekmeklerden birine uzanırken. "Soğuyunca yenmiyor bu meret." İsmimin anlamı benimle alakası olmayan ve hayatımda hiç görmediğim hoş kokulu bir çiçek olduğundan, bana böyle hitap ederdi.
"Sina bırak o tam ekmeği, ayı mısın oğlum?! İt herifler, boğazınızda kalsın inşallah biz de yiyeceğiz ulan!"
Gülerek "Bana bir çeyrek ekmek yapsana Kenan," dedim. O sırada Kumsal'ın yokluğu kendini belli etmişti, kaşlarımı çatarak etrafıma bakındım ama görünmüyordu. "Kumsal nerede kaldı ya? ben bir şuna bakıp geleyim, bir yerde düşüp kalmışsa şimdi daha kötü olmasın. Sakar kız, kesin bir yerde ayağını falan burktu var ya!"
"Tamamdır," dedi Kenan gülümserken. "Sen anne tavuk olarak civcivini al gel, ben de öteki yavrularını doyurayım."
"Her zamankinden," diye ekledim. "Acılı."
"Unutur muyum hiç kızım," dedi sırıtarak. "Senin için ta Afyon'dan arkadaşıma getirttim bu sucuğu."
Ben ince gövdeli ağaçların arasında ilerlerken Çağatay'ın, Sina'nın elindeki tam ekmeği almaya çalışan Kenan'a "Öldür onu!" diye böğürdüğünü duymuştum ancak ormanın içlerine doğru açıldıkça sesleri azalmaya başlamıştı ki bir noktadan sonra Çağatay'ın kişnemelerini hiç duymamaya başlamıştım. Derinden derine bir endişe içimde yol alırken, kendime bu ormanı ne kadar iyi bildiğimi tekrar tekrar hatırlattım.Ben ilerledikçe ağaçlar da değişiyor, iğne yapraklı çamların yerini geniş yapraklı ağaçlar alıyordu. Bu ormanları ve hatta ayaklarımın altındaki kahverengi orman toprağını coğrafya dersinden de iyi tanıyordum, yılların verdiği bir birikimin sonucu olarak başarılı bir öğrenciydim ama Çağatay beni inek olarak nitelendirmeyi tercih ediyordu.
"Kumsal!" Neredeydi bu Allah'ın cezası sarı kafa? O kadar ilerlemiştim ki, Kumsal'ın bu noktadan daha uzağa gidebileceğini zannetmiyordum. Saçı başı otlara takılır, kurttan kuştan korkar ya da düşüp toynağını kırdığı için çığlık atarak geri dönerdi. "Kumsal!" Sesim ormanda eko yaparak bana geri dönüyordu ama Kumsal yoktu.
Endişe kanımda bir korkan misali kudururken zaman ilmek ilmek söküldü ellerimde, Kumsal'ı bulamamanın verdiği endişeye bir de cep telefonumu oturduğum yerde bırakmış olmanın verdiği dehşet dolu his gelmişti. Temiz hava ciğerlerimi yakmaya başlamıştı, öyle ki oksijen zehirlenmesinden bayılabilirdim. Ellerimi saçlarıma geçirirken "Neredesin Kumsal?" diye fısıldadım kendi kendime. Hava kararmaya yüz tutmuştu, bir saate kalmaz karanlık çökerdi ve Kumsal'ı tanıyordum, kaybolduğu an fena paniklerdi ve Sarıyer'in bu ıssız bölgesinde başına bir şey gelme ihtimali azımsanamayacak kadar yüksekti.
Tek çarem vardı, o da ormanın batısında kalan ana yola çıkıp oradan mangal yaptığımız tepeye geri dönmek. Adımlarımı hızlandırarak yürümeye başladım, bir kepçe dolusu inşaat kumuyla karşılaşana dek de durmadım. Baldırlarım hızlı hareketimden dolayı yanıyordu, kafamı kaldırdığımda yapımı henüz bitmemiş olan kuş gözlemevini gördüm. Hala daha inşası devam ediyordu ancak bazı ailelerin gözlemevine girdiklerini görünce ben de onların peşinden ilerledim, amacım etrafa kuşbakışı bakabilmek ve ufak da olsa bir iz görebilmekti. Dönerek yukarıya doğru darlaşan merdivenlerin sonunda bir avlu görevi gören, geniş ve esintili ahşap balkonlar vardı. Dileyen kişi, dürbünleri kullanarak buradan İstanbul'un sisler içindeki siluetine ve denize bakabilirdi. İlk kata geldiğimde en mantıklı seçeneğin en üst kata çıkıp dürbünle bizimkileri tespit etmek olduğuna karar verdim aksi takdirde kaybolabilirdim. Spor ayakkabılarımın faydasını kullanarak merdivenleri ikişer ikişer tırmanmaya başladım.
En üst balkona geldiğimde içimi saran pişmanlık midemi yakmaya başlamıştı, yükseklik korkusu olan biri için çok, çok fazlaydı. Gözlerimi kırpıştırarak kıyı şeridini taramaya başladım tepeden. Yüksekte olduğumdan dolayı rüzgar yüzüme yüzüme esiyor ve ter içinde kalan ensem üşüyordu. Deniz hafif çalkantılı, dalgalar köpüklüydü. Yine engin coğrafya bilgilerimle teşhis ettiğim bu deli poyraz, terli halde beni hapşuruklara boğmasa bile ardında ağır bir baş ağrısı bırakacaktı. Yüzümü ekşiterek savrulan kıvırcık saçlarımı elimle suratımdan çektim.
Balkonu terk etmeye hazırlanan iki çocuklu bir aileden başka kimse yoktu burada, gözüm onlara kaydı. Anneleri üşümemeleri için çocukların polarlarını boğazlarına kadar çekerken çekik gözlü oğulları elindeki dürbünü kibarca bana uzatmıştı. Dudaklarımda, aynı esen rüzgar gibi kuru, tektonik bir hareket gerçekleşti; gülümseyebildiğimden bile emin değildim. Balkonun ahşap parmaklıklarına çok yaklaşmadan dürbünü mavi gözlerime tuttum ve ormanın içlerine doğru bakmaya başladım. Marmara Denizi arkamda kaldığı için balkonun daha ıssız olan kısmına geçmiştim. Ormanın kuzeybatısında olduğumu hissediyordum, tam zıt yönü gözlerimle tararken ileriden yükselen mangal dumanıyla duraksadım.
Orman yangınına sebebiyet verecek türden bir duman değildi, aksine Kenan'ın yanmamasından şikayet ettiği kozalağın kuru gürültüsünü andırıyordu. Kalbim göğsümde dörtnala hızlanırken koşarak oraya on beş dakikada ulaşabileceğimi düşündüm. Acilen bizimkilere ulaşmalı ve Kumsal'ı bulamadığımı söylemeliydim. Zaman geçmişti, belki şu an onlar Kumsal'la birlikte beni de arıyorlardı. Çabuk olmalıydım.
Dürbünü sağ elime alarak arkamı döndüğüm esnada çok da uzun olmayan bir bedenle çarpıştım. Bunda garip bir şey yoktu, ancak dirseğimi sertçe kavrayan güçlü parmaklar kaşlarımı çatmama sebep olmuştu.
"Pardon," diye mırıldandım kolumu çekerek. Karşımda yirmilerinde, genç bir adam duruyordu. İri lacivert gözlerinin rengi lensle bile elde edilemezdi sanırım, göz göze geldiğimiz ilk saniye göğsüme saplanan derin kuşku da aynı şekilde, kolay kolay bulaşmazdı insan ruhuna.
"Dürbünü alabilir miyim, ormanı izlemeniz bittiyse?" Elimdeki dürbüne bir bakış attım, sanki onunla ağaçları izlemem çok abes bir şeymiş gibi konuşması canımı sıkmıştı.
"Buyurun." Acelem olduğu için dişlerimi sıka sıka, kendimi tuta tuta arkamı döndüm ancak dirseğimi yeniden yakalamıştı.
"Ah, yanlış bir şey söylemedim umarım..." Gözleri flörtöz ışıltılarla mı parlıyordu, yoksa bana mı öyle gelmişti? Konu benimle ilgilenen biri olduğunda değil onu gökyüzündeki yıldızları bile söndürebilirdi abim. Tabii bu tıraşlı yüzü ve eğri burnuyla insanda mide bulantısı uyandıran yavşak, Barışspor gibi bir etkeni hiç hayal etmiyor olmalıydı.
"Pardon?"
"Kabalık ettiysem kusuruma bakmayın. Ben sadece, önümüzde İstanbul'un bu nefes kesen manzarası dururken, Belgrad Ormanları'nda ne bulduğunuzu merak ettim." Güldü. Neden bilmiyorum ancak hareketlerindeki yapaylık plastik bir bardaktan içilen fazla demli çay gibiydi.
"Bunun sizi ilgilendiren kısmını bir türlü anlayamadım?" Huysuz bir insan olduğumu inkar edemezdim ama genelde çok yakınlarım olmadığı sürece, sokakta yürüyen herhangi bir insan sıfatına büründüğümde süt dökmüş kediye dönerdim. Yabancılardan ürken, soğuk bir yapım vardı. Buna rağmen karşımdaki adama sertçe cevap vermiştim çünkü tüylerim nedenini soğuğa yoramayacağım kadar diken diken olmuştu.
"Sadece sormuştum, niçin böyle terslediniz beni, anlayamadım..." Mahcup bir tavırla büküldü dudakları. "Gergin görünmenizin sebebi bensem, özür dilerim."
Derin bir iç çektim. Gergin olduğumun ben de farkındaydım ancak bu adamın sözleri samimiyet duygusuna büyük geliyordu, yine de pembe bir ayıcıktan farksız yüreğim buna dayanamadı ve "Kusura bakmayın," diye mırıldandı. "Biraz daraldım, temiz hava çarptı sanırım."
"Bilmez miyim, bilmez miyim..." Yüzünde beliren sırıtışı genişlerken, kolumda asılı kalan eli, ateşte kor haline gelmiş bir demir misali tenime yapıştı. "Boğulmakta olan insanlara deniz cehennem gibi gelir."
"Ne saçmalıyorsunuz beyefendi?" Dirseğimdeki eli bir anda sıkılaşırken kalbim daha hızlı çarpmaya başlamıştı, kolumu onun parmaklarından kurtarmaya çalışırken canım yanıyordu. "Bıraksana kolumu be adam!"
"Bazı insanlar," diye tısladı ve damarlarım korkuyla büzüştü, suratıma kan gitmediğine emindim çünkü ürkütücü, iblis sesi kulaklarımı yakmıştı. Hızlı nefeslerimden dolayı göğsüm inip kalkıyordu. "Bazı insanlar sevgisizlik denizinde boğulmaya mahkumdurlar, onlara karada ölüm yok." Ruhsuz ve şizofrenik bir tavırla gülümsedi, korkudan gözlerim iri iri halde ona bakıyordum. "Sen de onlardansın, sevgili Itır."
İsmimi ağzından duyduğum saniye esen rüzgar daha da şiddetlendi, yapımı hala, tam anlamıyla bitmemiş olan gözlem evinin ahşap döşemeleri çatırdarken şok bedenimde sessizce inledi ve dehşetle nefesimi tuttum. "Yanlış hareket," diye fısıldadı kulağıma eğilerek. "Korkudan giderek hızlanan soluğunu bıraktığın anda, vücudun dengeni sağlayamadan seni öldüreceğim."
Daha ağzımı bile açamadan dürbünü tutan elinin ince boynumu kavradığını ve şah damarımın kıvrımlı çıkıntısına yaptığı baskıyı hissettim. "Şu an tam karotid arterine bastırıyorum, böylece beynine oksijen akışı kesiliyor. Hiç direnme derim, on saniye geçmeden kendinden geçeceksin çünkü." O an eklemlerim uyuştu, bükülen belimdeki kaslar acıyla sızladı ve yer ayaklarımın altından kaydı. Göz kapaklarım kirpiklerim birbirine girecek kadar kapanırken "Ama bu oyunda seni gömme amacımız biraz farklı," dediğini duymuştum. Kimdi, neydi, neyin nesiydi bilmiyordum ama bilincim beni terk ederken aklımda kalan son kelimeler, bir insanı çölün ortasında soğuktan dondurarak öldürebilirdi.
"Nasıl bir katil uğruna öleceğini keşke bilsen."
Ağzımda korkunun, dehşetin ve bilinmezliğin kor tadı kaldı.




4 yorum:

  1. Allah'ım... Ne güzel cümleler öyle! Bir sefer daha hayran kaldım be Asya'm. O güzel yüreğinden öperek, yeni bölümü beklemeye koyuluyorum. *-*

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Senin bu güzel enerjini, tatlılığını yesinler, teşekkürler çok :) ❣

      Sil
  2. O kadar özlemişim ki. Uzun süredir ara ara aklıma geliyodu kış küskününe noldu diye. Hikaye evinden de kaldırmıştın. Şimdi görünce o kadar mutlu oldum ki. Kurguyuda değişmişsin o yüzden çok merak ediyorum diğer bölümleride. Kalemine sağlık çok güzel bi bölümdü. :')

    YanıtlaSil
  3. Ta en başından beri yanımda olan sadık okuyucularımdansın, okuyan güzel gözlerinden öperim seni, çok teşekkürler! ❤️

    YanıtlaSil