18 Temmuz 2016 Pazartesi

2. BÖLÜM - KURŞUN

Playlist:
Şebnem Ferah – Kalbim Mezar
*-*
Gürül gürül yanan bir ateşin önündeydim.
Karlı dağların zirvesinde yükselirken, incili görünmez iplerle göz kapaklarıma dikilen uyku melekleri yorgun bedenimin tozlarını nurlu bir ışıkla temizliyordu. Bedenimin duvarları arasına hapsedilen kalbim ise tam yanı başımda belirivermişti birden, kırgın nefesleri gözyaşlarına çarpmadan boğazından her geçişinde şükrederek; şaşkınlıkla sebep olduğum acıların dansını seyrettim çehresinde. Neden solumda değildi, neden çıkmıştı yerinden? Ateşi seyrederken derin bir nefes aldım ve ipek bir kumaş gibi salındı alevler, kıvılcımlar sıçradı karanlıkta ateş böcekleri gibi. Göğsümün içinde minicik bir kıvılcımla birlikte uçuyordum şimdi, kendi içimdeydim, göğüs kafesimin kemik dalına konmuş, kalbimin pompaladığı her bir damla kanda nasıl bir yanardağ gibi püskürdüğünü izliyordum.
Damarlarıma akan kan zehirliydi, insana huzur veren bir dinginlikle damarlarımdan aşağı kayarken içinde ilerlediği ince zarı kurutarak yırtıyor ve cılız bir dal parçası gibi fırlatıyordu karın boşluğumdaki yangına. Bunu, ben yapıyordum. Bunu bana ben yapıyordum. Kalbim ellerini ıslak yüzüne kapatarak ağlamaya başladı, ciğerlerim ucu tutuşan beyaz tüller gibi yanarken is kokusu burnumdan, tadı acı alevler ağzımdan, kapkara is lekeleri ise tenimden çıkmak için vücuduma olağan dışı bir baskı uyguluyordu. Boş kalan kulaklarım uğuldarken ruhumun pis kıkırtısı kulak zarımı deldi. Bunu sana ben yapıyorum. Korkunç kabusumun senaryosu tanımadığım, su gibi şeffaf, tatsız bir yazara aitken karanlıkta bir teşbih şakırdadı, parlak boncukları ipinden sıyrılıp mermere düşerken havada kalan bir çift kehribar rengi taş kaskatı oldu. Şeytanlar ruhumu ele geçirişine imrenirken cennete sürdüler kendilerini melekler ise güzelliğinden utanıp kendilerini cehennem azabına attılar; ben arafta kaldım, çünkü kimsesiz çocuklar kehribar rengi o gözlere muhtaçtı. Üstüme ağır adımlar atan bir çift göz canımı almadan hemen önce beyaz kefeni parçalayarak iki dudağının arasından semaya yükseldim.
Kollarımda tuttuğum ceylanın kadife bir kumaş gibi boynunu saran tenini okşarken ruhum avcının kehribar rengi şelalesinden kaydı ve suyun dibine doğru kayan bir avuç toprak gibi, bana şah damarımdan daha yakın olan yalnızlıkla ruhuma çöktü. Kalbimin derisini yüzer gibi parçaladım ceylanı, benliğim toprak kokuyordu. Sonu görünmeyen dipsiz bir uçurumdan aşağı düşerken gözyaşlarımın kirlettiği kirpiklerim kupkuru oldu, meleklerin erkenden vefat eden nurdan bedenleri kanat çırptılar içimde. Ceylan acının en yüksek perdesinden inledi içime ve sağır oldu kalbim bu defa, deli kıyafeti içinde yatağının köşesinde öne arkaya sallanmaya başladı. O kadar hızlı atıyordu ki, beni uyandıran onun bu korkusu olmuştu. Fırtınanın üstüne güneş doğduğunu, burnumun içini yakarak yanaklarıma kızıllığı süren oksijenin ciğerlerime ahtapot misali dolandığını hissettim. Hemen ardından göz kapaklarım benden bağımsız olarak açıldı.
Nerede olduğumu kanıksamaya çalışırken, ilk önce dudaklarımın üstüne yapıştırılmış olan bandı ve ellerimle ayaklarımı sıkıca saran urgan ipi hissettim. Bu neyin nesiydi? Şaşkın ve anlamsız bakışlarım üstüme çevrildiğinde şaşkınlık damağıma bir kaşık gibi yapıştı ve terli bedenimdeki izleri gözlerimi yeniden kapatmama huzur vermeyen kabusumun hala devam ettiğini sandım. Yerlerde sürüklendiğimi kanıtlarcasına üstümdeki beyaz tişörtüm ve koru renk pantolonumun dizleri aşınarak yırtılmıştı. Dizlerimdeki deri soyularak altındaki açık pembe tabakayı ortaya çıkarmış ancak yaralar çoktan kabuk bağlamaya yüz tutmuştu, bacaklarımı kendime doğru toparlamayı deneyince temizlenmezse mikrop kapacak olan yaralarım sanki üzerine tuz basılmış gibi sızladı. Dişlerimi sıkarak acıyı çiğnemeye çalıştım, dizlerimi kırdıkça kirli yaralarımın üstünden toprak ufalanıyordu.
Topraktan can bulan Adem de gözünü ilk açtığı an benim gibi miydi?
Kafamı gökyüzüne kaldırdım. Gün ışığının yokluğunda bu cam kubbenin yüzeyine saman kağıdın damarlarına yayılan bir mürekkep misali serilen kara kadifeden örtü ve açık yaralarımın üstünde kuruyan topraklar, bana buraya getirilmemin üstünden uzun zaman geçtiğini anlatıyordu. Uyuşan vücudumu hareket ettirmeye çalışsam da başarılı olamamıştım, ta ki uğuldayan bir rüzgarla birlikte sallanan su üzerime sıçrayıncaya kadar.
Gözlerim korkuyla irileştiğinde suyun üzerinde, bir sandal, gemi ya da ne olduğunu çözemediğim bir şeyin içinde olduğumu fark ettim. Saatlerce aynı pozisyonda kalan vücudum korkuyla sarsıldı fakat bu defa kabus değildi. Ufak bir çocukken, henüz altı yaşındayken dedemin pervaneli gemisinden düştüğümden beri suya açılmaya da, herhangi bir deniz taşıtına binmeye de ölümüne korkar olmuştum. Bulunduğum yeri fark ettikten sonra kalbim göğsüme sığmaz, boğazımı sarar oldu. Kalbimde kaynayarak taşan bir tencere dolusu endişe etlerimi yapıştırıyordu. Etrafıma bir yardım dilenircesine bakındım ama bu ıssızlığın ortasında güneşten çaldığı ışığı, gümüşi sarı bir keseden aşağı döken hilalden başka her yer karanlıktı. Benden uzakta, çok uzakta, özgürce gökyüzünde salınan hilalin iki gözü varmış da bana acıyarak bakıyormuş gibi hissettiğimde gözyaşlarımı göndermek için yutkunmam gerekmişti. Güneşin parlaklığını kıskanıp da onu taklit eden bir gezegenin bile diline düşmüştüm, çünkü bu evrendeki canlı ya da cansız her varlık biliyordu ki bilinmezlik insanı yutan kara bir kuyuydu.
Belki cevap zihnimdeki soru işaretlerinin sadece birinde, kuyruğunun ucunda asılı o noktanın içindeydi lakin tarih gerçekleri ararken, bileklerimi saran bu ipin bir benzeri ile o soru işaretine bağlanıp sallandırılan insanlarla doluydu. Tüylerimin kafasını güneşe çeviren ayçiçekleri misali ihtiyatla hareket ettiklerini hissettim.
Teknenin göremediğim bir tarafından sesler gelmeye başlayınca göğsümün ortasında kanat çırpan endişeyle birlikte sarı bir ışık bulutu da etrafı sardı. Gözlerimin kısılmasına ve bir takanın içinde olduğumu fark etmeme sebebiyet veren aydınlığa şükrederek anında etrafımı taramaya başladım. Motorlu küçük tekne iki katlıydı; ilk katında, yani benim oturduğum yerde yosun tutmuş balıkçı ağları ve sarı, lastik balıkçı çizmeleri dışında hiçbir canlılık belirtisi yoktu. Onu üst kata bağlayan bir merdiven vardı; merdiven dediğimse taş çatlasa beş basamaktı. Üst katta ise aynı anda maksimum 3 kişinin girebileceği genişlikte ufak bir kulübe vardı, demek ki ışıkları açan kişi de oradaydı. Karnı şiş ruhum önüme dikildiğinde ikimiz de merdivene düşen gölgeyi nefesimizi tutarak izledik, onu sımsıkı tutuyor ve sakin kalması için uğraşıyordum. Gebe kaldığı duyguların suyu gelmişti ve şayet ki doğuracak olursa, kalbim direksiyon hakimiyetini kaybedip bariyerlere çarpabilirdi. Kontrolü kaybettiğim an kusursuz bir cinayetten öteye gidemezdim. Demir çubukların, ışığın koynundan parlayan gölgenin ağırlığıyla gıcırdadığını duydum.
Bir, iki, üç, dört, beş; altı. Bir tane eksik saymış olmalıydım.
O adam karşımda, merdivenin başına ve yukarıdaki ufak katın demirlerine asılmış gaz lambalarının bir örneğiyle durduğunda, ilk kez göz göze geldik. Yirmili yaşlarının başında olmalıydı; yüzünde tek bir sakal tanesi olmaması beni yanıltmıyorsa eğer. Benimle ne işi olabilirdi? Boğazıma bastırdığı ellerinin baskısını sanırım hiç unutmayacaktım, ona duyduğum öfke kızgın yağda hoplarken üstüne bir ırmak misali yağıyor, defalarca kez nefesini kesip tekrar hayata döndürmek istiyordu. Kalbimi korkuyla yaran gözlerinden kan akmaması için öfkemi sımsıkı bastırdım.
Elindeki lambayı bırakmak için eğildiğinde, bantlı ağzıma rağmen konuşmaya çalışıyordum, çıkardığım anlamsız sesi duyduğunu biliyordum ancak bana dönmek yerine sadece işaret parmağını dudaklarına götürüp "Şşş," demekle yetindi. "Sabırsızlanma, Itır. Çocuk gibi davranıyorsun."
Sesinde, günlük hayattan kopup gelmiş bir alay vardı; ufak kardeşiyle dalga geçen bir abi gibiydi. Adımlarının bana gelmesini bekledim, ardından tepemde durduğunda eli dehşet verici bir yapmacıkla çenemde durdu. Ne yapmaya çalışıyordu? Huysuz bir hırıltıyla çenemi parmaklarının arasından kurtardım ve ardından bir kurdu anımsatacak başka bir sesle karşılık verdim. Bu, ağzımı aç demek oluyordu.
Zihnimden geçeni anlamış gibi ağzımdaki bandı yavaşça çekti. Tenim oksijenle buluşurken derin bir nefes aldım ve "Sen kimsin?" diye tısladım. Sesim hava molekülleriyle titreştiği an dudaklarımı yaladım. "Ne derdin var benimle de kaçırdın beni Allah'ın belası!"
Elindeki gaz lambasını yere bıraktıktan sonra ellerini silkeledi ve pantolonunu dizlerinden hafifçe çekerek benim hizama çömeldi. Dudaklarında beliren gülümseme göğsümün sıkışmasına neden olmaya başlamıştı. Ruhum feryat figan doğuruyordu şimdi. "Son dakikalarını yaşayan bir insana göre fazla gereksiz sorular sorduğunu itiraf etmeliyim. Ben senin yerinde olsam, çoktan son duamı etmeye başlamıştım bile."
Dudaklarından dökülen sözcükler darağacındaki cesaretimin ayakları altındaki sandalyeyi devirmişti. Ruhumun bana uzattığı korkuyu kucakladım, ana rahminden yeni çıkarılmış kanlı bir bebek gibi masumdu. Kollarıma yerleştiği an açılan ciğerlerine hava gitmeye başlamış gibi çığırıyor, kalbimin gürültüsünü bile bastırıyordu. "Ne? Ne son dakikaları be? Manyak mısın nesin?"
Sabrının son tanelerini yaşıyormuş gibi yumdu gözlerini; açtığındaysa önce sağ, sonra sol bacağını açarak yanıma oturdu. Buraya kadar her şey normaldi ancak belinden bir silah çıkarıp dizimin üstüne yerleştirdiğinde dehşet verici metalin ağırlığıyla sarsıldım. "Senin derdin ne? Derdin ne senin orospu çocuğu? Çek şunu üstümden!"
"Korkma be," dedi gülerek. "Seni öldüreceğim silah bu değil."
"Sokarım şu silahı sana," diye tısladım. "Ruh hastası, gerizekalı! Al şu silahını!"
"Yalnız kırılıyor gibiyim?" Tek kaşını kaldırıp bana bakarken gevrek gevrek güldü. "Bana seni öldürmem emredildi, güzelim. Sana bunu açıklamam mümkün değil."
"Ne demek açıklamam mümkün değil ya? Ya bir insan sebepsiz yere öldürülür mü, hadi bunu geçtim manyak mısın sen hangi sebep beni öldürmene dayanak olabilir?" Titreyen dudaklarımı birbirine bastırmak için bir an sustum. O sırada oturduğu yerde sağ bacağına ağırlığını vererek bana döndü ve sağ elini başına yasladı. Sol bacağını öbürünün üstüne kırarken o kadar normal bir şeyden konuşuyor gibiydi ki, irademi boğmak için elinde yastıkla bana doğru yaklaştığını hissedebiliyordum. Önünde eğilmemek için ne kadar çaba harcarsam harcayayım gerçekten de umurunda değilmiş gibiydi. "Aslında susmakla mükellefim ama sen öldükten sonra, kim senin ölmeden önceki son isteğini gerçekleştirdiğimi bilecek ki?"
"Beni neden öldürmek istiyorsun?" diye bağırdım. Bacağımdaki silah kayarak kucağıma düşmüştü, ağırlığı somut olmaktan ziyade benliğimi delip geçen bir şiş gibiydi, varlığını ancak kalbimizde hissedebildiğimiz acıdan farksızdı. Ruhumun yemyeşil çimlerini sonbahar yapraklarından temizlemeye çalışan bir tırmık hareket etti ve boğazıma tırnaklarını geçiren gözyaşlarının tuzlu tadını hissettim. Gardımın düştüğünü hisseder gibi bakışlarını bana çevirdi ve gülümsedi.
"Seni öldürmek isteyen ben değilim." Yaptığı yemeğin tarifini veriyordu sanki, öyle normal, öyle olağan, öyle can yakıcıydı.
"Sahi mi? Kim o zaman, kuşlar mı?"
"Annen. Annen, Alena."
İçimde kaç filiz dondu, kaç ekin kurudu, o fırtına kaç çınarı köklerinden söküp de nehirlere fırlattı bilmiyorum; ani bir kazanın kurbanı olan dengem yere düştüğü an parçalara ayrıldı. "Ne? Ne saçmalıyorsun lan? Siktir oradan!"
Oflayarak oturduğu yerden doğruldu, ayaklarını toplayarak ayağa kalkarken dizimdeki silahı da aldı. "Annen sen ölürken, bir başkasını yok etmek istiyor. Yanlış anlama bence, sen amaç değil araçsın onun için."
Elindeki silahı beline yerleştirirken bir telefon sesi aramızdaki saçma konuşmayı böldü. O, elini cebine atıp telefonunu çıkarırken ben kafamı öne eğerek gözlerimi yumdum. Zihnim uğulduyor, kulaklarım içine su kaçmışçasına vızıldıyordu. Annem mi? Bir kadın, yavrusunu terk eden bir kadın, terk edip arkasına bir saniye olsun bakmadan kaçan bir kadın, gerçekten de böyle bir şeyi yapabilir miydi? Kandırılıyor olmalıydım, hayır hayır, bir insan hiç çocuğunu öldürtebilir miydi? Gözlerimdeki yaşları gerisingeri iterken derin bir nefes aldım, sanki beynime yeterli oksijen gitmiyor gibiydi. Sanki birazcık daha zihnimi zorlarsam bütün bu olayları çözebilecek gibiydim.
"Neredesiniz Tankut? İki saattir sizi bekliyorum... Adamın silahını buldunuz mu? O en önemli kısım, unutmayın." Telefonu kulağıyla omzunun arasına sıkıştırdıktan sonra elindeki feneri havaya kaldırarak salladı. " Biz kıyıya yakınız, fenerleri yaktım görmen için."
Teknenin ucuna doğru ilerlerken elini daha hızlı sallamaya başlamıştı. "Gördüm seni, bu tarafa doğru yanaş!" Yavaş yavaş yaklaşan bir motor sesi duyduğumda, kalbim kulaklarımdan dışarı çıkmak üzereydi. Boyutları bizimkinden daha büyük olan bir tekne, bize doğru yaklaştı ve çok az bir mesafe kala durdu. Bu mesafe, adının Tankut olduğunu düşündüğüm ince, uzun herifin bizim takaya tek adımda atlayacağı kadar kısaydı. Gözleri bir an bana takıldıysa da durmadı, onun yerine beni buraya bağlayan herife baktı doğrudan ve belinden siyah kumaşa sarılı bir şey çıkardı.
Bir silah.
Tüylerim diken diken olurken, ince ve uzun olan "Zor oldu," diye mırıldandı. "Herif silahı belinden bir an olsun çıkarmıyor. Üç gündür tavuk götünde yumurta bekler gibi bekledim, herif manyağın teki. Duşa girerken bile çıkarmadı."
Öbürü, siyah kumaşı silahın üzerinden çekmeden kabzasıyla birlikte kavramıştı. Benden tarafa bakmıyordu bile. "İyi iş çıkardın, Tankut. Parmak izi kalmayacağına eminsin, değil mi?"
"Eminim abi," diye kafasını salladı Tankut. "İşimiz bittikten sonra silahı iyice temizleyeceğiz, sonra herifin parmak izlerini yapıştıracağız kabzanın üzerine."
Bütün vücut fonksiyonlarım durmuş, dilim tutulmuş, elim ayağım felç kesilmişti. Hiçbir şey yapamıyor, hissedemiyor, sadece öyle izliyordum. "Parmak izleri nerede?"
"Cebimde." Elini üzerindeki blazer ceketin cebine attı Tankut ancak bir an duraksadı. "Lan! Yanıma aldığıma eminim, nerede bu zarf?"
Zihnim milyonlarca parçaya bölünmüştü belki de, hafızamın her bir noktası bir amnezi hastasıymışım gibi çığlık çığlığa benden uzaklara kaçıyordu. Kontrolüm, annesinin çekiştirdiği ufak bir çocukmuş gibi odaklanamadığım ne varsa peşinden gitmişti. Ellerimin titrediğini hissediyor, uyuşan bacaklarımı ve vücudumu kıpırdatamıyordum. İçimdeki hisler yoğundu, soluk borumdan yukarıya hortumlar yükseliyor gibi kalbim koşturuyordu. Tek bir soru. Nerede bu zarf? Bu sorunun cevabını herkesten çok öğrenmek istiyordum. Zaman, küçüklüğümü geçirdiğim Karadeniz ormanları kadar tehlikeli, tepelere çıktıkça artan yükseltiyle kalabalıklaşan çam ağaçları kadar dikenli ve elimi gezdirdiğim ağdalı ağaç kabukları kadar yapışıktı. Ne olacaktı? Hayatım boyunca hiç dilemediğim kadar kalpten bir dilek diledim; ölümüm, bu adamların ellerinden olmasındı. Bir lastik kadar sıradan geçirdiğim ömrüm, gazetelerin üçüncü sayfasında okuyanları sarsacak bir ölümle nihayetlenmeliydi. En azından buna hakkım olmalıydı.
Kimi kandırıyordum? Aptal. Ölmek istemiyordum.
Ölmek istemiyorum, ölmek istemiyorum. Kurtar beni.
İçimden, kendi kendime mırıldandığım yalvarışlarımın anlam bulması beklediğim en son şey dahi değildi. Önce sağ tarafımda kalan tekneden bir metal sesi geldi, gözlerim hızla sesin kaynağına dönerken eş zamanlı olarak teknenin zemini ile aynı renk boyanarak kamufle edilmiş bir kapak açıldı. İlk gördüğüm, kapağın hemen ardından yükselen bir el ve parmaklarının kavradığı tabancaydı. Namluyu kapağa vurarak açmış olmalıydı.
Uzun ve iri yapılı bir adam, çevik bir şekilde o kapaktan çıkıp bize doğru döndü. Karanlıkta fosforlu gibi parlayan iri gözleri, karnımın içinde kor halinde kalan kabusumu yeniden harladı ve korkuyla ürperdim. Tankut'un gözleri faltaşı gibi açılırken belinden çıkardığı silahın namlusu çoktan o adamı gösteriyordu, namluların arasında elim kolum bağlı kalmıştım ve adrenalinden patlayacak gibi hissediyordum. Beni buraya getirip bağlayan adam ise, elinde tuttuğu silahın kumaşını hızla fırlatarak havaya kaldırdı ve haince gülümsedi. "Ilgaz Serhazin!"
Hayatımda ilk kez duyduğum o iki sözcük, diğer teknede ayakta duran ve silahıyla, silahını bana doğrultanları hedef alan adamın ismiydi. Korkudan adeta nefes alamıyor, her an bayılacakmış gibi hissediyordum. Beni buraya getiren adam, tam da onu hedef almıştı. Ilgaz Serhazin'i.
"Kimsin lan sen!" Karanlıktan dolayı suratındaki detayların seçilmesine imkan vermeyen beyaz teni göz çukurlarını yutmuştu. "Ne işin var lan senin benim evimde puşt? Üç gündür ne bok yemeye peşimdesin şerefsiz?! Teknemi, silahımı çalmak ne demek lan!"
Sesinde erkeksi bir tını keman çalıyordu, o an tek umudum olduğunu fark ettiğim bu sesin sahibinden gözlerimi bir an olsun ayırmıyordum. Bir duvar sertliğindeki yüzü, Tankut'un ya da diğerinin cevap vermesini beklemeden elini havaya kaldırdı ve onu bir robota benzeten yeşil damarları kablo gibi kabararak tenini kapladı. Parmakları tetiği iki kez çekerken hiç tereddütsüzdü, gözleri hedefine doğrudan bakıyordu ve ateş ederken kirpikleri bile kımıldamamıştı. Silahı yeniden Tankut'a çevirdi. "Susmaya devam edersen tereddütsüz kafanı dağıtacağım."
Adının Ilgaz olduğunu öğrendiğim bu adam kimse, doğru ata oynuyordu. Tankut'un beti benzi atmıştı, bembeyaz kesilen dudakları ilk kez oynadığında, elleri de savunmasızca havaya kalktı. "Abi, kulun köpeğin olayım abi, ben emir kuluyum yapma..."
"Yalvarma lan, köpek." Beni buraya kaçıran diğeri, tükürür gibi konuşmuştu Tankut'a. Silahını yavaş bir hareketle bana doğrulturken, hızlı soluklarımdan ötürü göğsümün inip kalkması bir oluyordu. "Bizim işimiz seninle değil, Serhazin. Ama madem buraya kadar geldin, bu tekneden bu kız ve sen, birlikte ve sağ inemeyeceksiniz."
"Bu kız..." Adam, namlusunun ucuyla beni işaret ettiğinde ilk kez göz göze geldik ve korkudan, heyecandan çok daha farklı bir duygu kabardı içimde. Kalbim, ardına hapsedildiği demir parmaklıkları yerinden sökmek istercesine bir güçle sarsan ve suçsuzum ben, diye haykıran bir mahkum gibiydi. Gürültüsü öyle şiddetliydi ki, o adamın dudakları yeniden kıpırdadığında onu duyabilmek için kendimi zorlamam gerekmişti. "Benim silahımla onu öldürüp, leşini üstüme yıkmak da ne demek? Canınıza mı susadınız lan siz? Yürek mi yediniz pezevenkler?!"
"Geri bas, Ilgaz." Adımları tepemde bitiveren adam, silahın namlusunu gür saçlarımın dibine bastırdı. "Bu kızı sana vermeyeceğim."
"Beynini dağıtırım senin," diye hırladı bir köpek gibi, bir adım öne çıkarken gömleğinin açıkta bıraktığı teni öne doğru siper oldu. "Kurşun manyağı yaparım lan seni, cesedini ortalık malı yaparım, bütün sülaleni peşkeş çekerim millete!" Öfke, ateşe koyulan kızgın yağ gibi parlayıp Ilgaz denen adamın yüzüne sıçrarken gözlerine bir damla mürekkep damladı, göz bebekleri kocaman oldu ve hemen ardından siren sesine benzeyen bir ses duydum; duyduk. Dördümüzün de gözleri, suda bize doğru yaklaşan motorlu bir deniz taşıtına kayarken "Sahil güvenlik," diye tısladı Ilgaz. "Kurşun seslerini duydular, sikeyim."
"Yaklaşma, Serhazin!" Kafamdaki namlunun baskısı giderek artarken bir yandan da kafa derimde sarsıldığını hissedebiliyordum; elleri titriyordu. Ve tam o anda  beklemediğim bir şey oldu. Kehribar gözlü adam, üç el Tankut'a ateş etti ve kafamdaki silahın baskısı azalırken Ilgaz'ın tek adımda bizim takaya atladığını gördüm. Aynı anda kafama silah dayayan adam da suya atlamak için beni bıraktığında hemen ardıma üç el kurşun daha fırladı. Tam omzumun arkasına.
Bir suya düşme sesi gelirken, Tankut'un inleyerek karnını tuttuğunu görmüştüm ama o an odaklanabildiğim şey polisler bile değildi. Tenimi sıyıran kurşunu hissetmiştim, kafamı omzumun üstüne çevirdiğimde karanlık suyun üstünde salınan köpüklerle ve kafama silah dayayan adamın yokluğuyla baş başa kaldığımı gördüm. Ancak omzum sanki asit dökmüşler gibi yanıyordu, kot montuma hızla yayılan kızıllığı fark edince bayılacak gibi oldum.
Bileklerimdeki ipler tarafından öne doğru çekilince, gözlerim kehribar rengi bir çift göz ile buluştu. "İyi misin?"
Megafon yardımıyla bize doğru seslenen polislerin sesi artık çok yakındaydı. Ne söylediklerini anlamıyordum ama tehlikenin kokusunu, işlenen cinayetlerin şahidiymişçesine havada asılı kalan barut kokusundan bile daha çok alıyordum. Bileklerime atılan düğümler çok kalındı, birkaç saniye ellerimde oyalanan bakışları vakit kaybetmeden yeniden silahını kavramıştı. "Uğraşamayacağım," diye mırıldandı ve ellerimi suya doğru uzatıp, namlunun ucunu düğümlere yaklaştırdı. "Düğüme ateş edip dağıtacağım."
"Dur!" diye bağırdım, gözlerim yaş içinde kalmıştı. "Dur, beni vurdun!"
"Kapat gözlerini!" diye bağırdı. Kehribar rengi gözleri duygu yoğunluğuyla sarsılmıştı. "Vaktimiz yok, ölmek istemiyorsan kapat gözlerini!" Yaşlar yanaklarımdan akarken kafamı iki yana salladı. "Kapat dedim sana gözlerini! Sana zarar vermeyeceğim, duydun mu? İki kurşun. Sonra özgürsün."
Kafamı şiddetle iki yana sallıyordum, silahını bırakmadan parmakları yüzümü kavradı. Silahın soğuk metali ve ellerinin gücü altında ezilmiştim. "Güven bana."
Tetiği çektiğini hissettiğimde korkuyla kapandı göz kapaklarım ve hemen ardından gelen kurşun sesiyle bileklerimdeki ipler gevşedi ancak gözyaşlarım daha da şiddetlenmiş, titreyişlerim sarsılmalara çevirmişti kendini. Gözlerimiz birbirine kenetlendiği anda silahı parmaklarının arasından kaydı. "Tamam," dedi beni sakinleştirmek istercesine. "Tamam, ellerimle çözüyorum."
Urgan ipi, iki eliyle kavradı ve insan üstü bir güçle kavrayıp o ipleri paramparça etti. İp parçalarını savurmak istercesine parmaklarını salladığında birkaç damla kan teknenin beyaz zeminine damladı, iplerin elini kestiğini anlamıştım. "Elin," diyecek oldum ama gözleri arkamızda, kulaklarımızı sağır eden gürültüye bakıyordu. Ses çıkaramadım, sustum. Sağlam omzumu tutarak beni kaldırdı ve "Yüzme bildiğini söyle bana," diye mırıldandı. Korkuyla omzumun gerisine bakarken olumlu anlamda kafamı salladım.
Elleri, üstündeki gömleğin yakalarını kavradığı gibi iki yana hızla çekti ve düğmeler birer birer paramparça olurken çıplak teni çıktı ortaya. Ne kadar gergin olduğu gerçeği vücudundaki bütün kasların birer birer seçilebilir hale gelmesiyle daha da oturmuştu kafama. Ona güvenebilir miydim? Hızla bana dönen sımsıkı vücudu omuzlarımı kavradığında acı, berrak düşüncelerimin ortasına bir çakıl taşı misali düştü. Üzerimdeki kot ceketi yaralanan omzumdan nazikçe sıyırırken "Ne yapıyorsun?" dedim çatallaşan sesimle. Üzerimde sadece tişörtümle kalmıştım, sanırım onu da çıkarmayı geçirmişti aklından ancak geriye doğru kaçmam onu duraksattı. Elinde kanlı ceketim duruyordu. Benim hareket etmeyeceğimi anladığı o saliseler içerisinde yanımda bitti ve ceketin kollarını, sıkıca yaramın üstüne bağladı. Kafamı çevirip yarama bakamıyordum bile, ikinci düğümü de sıkıca attığında göz göze geldik. Bağladığı montumun sıkılığı yüzünden omzumda atmaya başlayan atardamarımı hissediyordum.
"Kıyıya kadar yüzeceğiz, kafamızı bile kaldırmadan dalıp yüzeceğiz. Eğer kaybolursan seni bulamam, anlıyor musun? Mümkün olduğu kadar hızlı, tek çaremiz bu. Yüzmek zorundasın, yaralı kolunu unutup kulaç atmalısın, duydun mu?"
Benim de o an aklımdan kaçan buydu zaten ancak hava buz gibiydi, tenim soğuğa karşı çok hassastı ve suya girersem donarak ölmekten korkuyordum. O ayakkabılarını çıkarırken ben de aynısını yaptım ancak gerisinde duruyordum. Omzunun üstünden bana baktı ve yaralı omzuma değip geçen bakışları elimde durunca vakit kaybetmeden parmaklarını parmaklarıma geçirdi. "Sakın boğulayım deme, seni ayıltır sonra kendi ellerimle boğarım. Duydun mu?"
Titrek bir hareketle kafamı salladım ve son bir kez arkama baktım, sahil güvenlik o kadar yaklaşmıştı ki motorlu teknenin içindeki üç kişiyi görebiliyordum. Bir tanesi elindeki telsizi ağzına yaklaştırmış, bir şeyler söylüyordu. O karanlıkta bizi seçememiş olmalarını dilerken, suya atlamak için takanın ucuna yaklaştım ancak Ilgaz elimi çekerek beni durdurdu. "Seni tutacağım ama kaybolursan seni bulamam, anladın mı?"
"Anladım." Birkaç saniye bakışlarımız birbirine kenetlendi, göz bebeğindeki müthiş güzellikteki sarı rengin bir mum alevi gibi rüzgarda sarsıldığını ve yana yana sıvılaşan mumun göz bebeklerime döküldüğünü hissettim. "Suda kaybolursam beni bırak, Ilgaz." Polis sirenlerinin gürültüsünden benim sesim zor duyuluyordu. "Teşekkür ederim ama kendini kurtar."
"İsmin ne?"
"Efendim?" dedim boş bulunarak.
"Adını soruyorum." 
"Itır." dedim sessiz bir sesle. İsmimi sessizce mırıldandı ve beni kendine çekerek kulağıma fısıldadı. "İsterlerse cehennemin ırmaklarına saklasınlar seni, sonsuza dek orada kalacağımı da bilsem gelir seni yine bulurum.
Ve ikimizi de buz gibi soğuk suyun dibine çekti.





4 yorum:

  1. Asya'm, yazar hatunum! Yine, yeniden harika ötesi bir bölümdü, gerçekten. Her bir harfinde merakla doldum. Öyle özlemişim ki kalemini,kaleminden dökülen o ruhu derin kelimelerini, Itır', Ilgaz'ı...
    İlk halinden çok farklı, bu yüzden de diğer bölümde olacakları daha bir merak ediyorum. Kalemine, yüreğinin güzelliğine ve bana/bize bahşettiğin kelimelerini yazan parmak uçlarına sağlık! Öpüyorum çok! *-*

    YanıtlaSil
  2. Özlemişim be! (Upuzun deli saçması yorumunu, en sevdiği bölüme saklıyor.)

    YanıtlaSil
  3. Kurguyu neden değiştirdin ? Bide sen başka yerde yayinlamoiyor muydun? Böyle daha güzel ve güçlü olacak gibi görünüyor peki egeli ne olacak ?

    YanıtlaSil
  4. ALLAHIM ÇILDIRIYORUM. NASIL Bİ BÖLÜMDÜ BÖYLE YA. YENİ KURGU ÇOK ÇOK DAHA GÜZEL OLUCAK GİBİ DURUYOR. SABIRSIZLIKLA BEKLİYORUM. ÇOK ÖZLEMİŞİM YA!

    YanıtlaSil