24 Ağustos 2016 Çarşamba

3. BÖLÜM - KAYIP

Playlist:
Broken Irıs - A new hope
*-*
Gözyaşlarınızın tükendiğini, bitiş çizgisini artık göğüslediğinizi ve bu defa dibe değdiğinizi hissettiğiniz anlar olur. Bu göğsümüzü açıp baksa en başarılı doktorların bile göremeyeceği, ruhani iğnelerle dikilmiş acı pelerinidir. His oradadır, somut bir şekilde nefes almanıza izin vermez, kalbinizde yaptığı ihtilalle sizi acımadan asar ve yönetime el koyar. Hayal kırıklığı bazen o kadar yoğun olur ki gözlerinizle görmenize, kulaklarınızla duymanıza ve hatta göğsünüzde bu pelerinin savrulduğunu  hissetmenize rağmen kabul etmek istemezsiniz, sindiremezsiniz. İşte kabullenmek, aslında inanmak gibidir; başarmanın ta kendisidir. Başarmaya inanan var mıdır gerçekten? Şanslı bir hafıza kaybı yaşamadığım sürece asla unutamadığım anılar bana bu sorunun cevabını kafama vura vura verdiklerinde, kabullenmenin başarmanın yarısı olduğuna karar vermiştim. Yarısı. Daha fazlası yok. Ötesi yok. Belki alışmak var, belki yaşamak zorunda olmak var ama ne zaman birine ihtiyaç duysanız gırtlağınızı sıkan o korku ya; hah işte, o her şeyden çok var.
İçimdeki herhangi bir varlığa güven duyma hissi, birilerine güvenme isteği, çocukluğum boyunca dayak yemiş bir zavallı olduğundan biri ne zaman sevmek için ona uzansa kollarıyla kendisini sakınıyor, kalbimin parkelerinde sürünerek olabildiğince geriye kaçıyordu. İnsan kanayan yarasını susturamadan ruhu konuşmayı öğrenince, ses tellerinizi utandıran haykırışlar sizden besleniyor, üflediğiniz her doğum günü mumunu söndürüp daha da şiddetleniyordu.  Bu ses yıllarca kalbinizin orkestrasını yönetiyor ve ciğerlerinize giden damarları katranla dolduruyordu, ruhumuzun en güzel kadınlarını sakladığımız adamlar göz bebeklerimizi ukde ağaçlarıyla çeviriyor ve ne zaman bir fotoğraf, bir sokak, bir kirli cam görsek o kadınların fahişe bedenlerini önümüze atıyordu. Kimisi sadece kendisinin duyabildiği bu sesle yalnız baş edemiyor ve onu susturmayı seçiyordu, arkasından ne kadar üzülseniz de onun istediği oluyor ve serbest kalan o gürültüyü bir cenaze namazında, simsiyah kalabalığın ortasındaki imamdan dinliyordunuz. İşte o mezarlıkları dolduran insanlar en ağır betimlemeleri bile küçümseyecek ve en ahlaklı kelimeleri bile kötülüğe peşkeş çekecek kadar pişmişti gerçekliğin koynunda.
Ne yazık ki hiçbir zaman içimdeki o sesi yenmeyi başaramamıştım. Kendi babasının yokluğunu bile soluyamamış biri olarak bir sürü erkeği sevmiştim ve hepsi ağlamamak için aldığım derin nefeslere kurban gitmiş, sanıyorum ki oksijen zehirlenmesinden mefta olmuşlardı. Fakat kalbim bir mezarlıktı ve insan ölenle ölmüyor, bir şekilde hayatına devam ediyor ve tekrar gülebiliyordu. Bunu da, bir erkeğin aşkı için kendi hayatına son veren ablamdan öğrenmiştim.
Çaya kaç şeker attığını, hafta sonları kaçta kalktığını, hangi duraktan otobüse bindiğini bilmediğim bir adama nasıl böylesine güvenebilmiştim, bana zarar vermeyeceğine inanabilmiştim bilmiyordum ama o olmasa şu an çoktan bilincimi kaybetmiştim. Marmara Denizi'nin pis ve karanlık dibinde Karadeniz'e doğru yüzerken tuzlu su yaralı omzumu yakıyor, bir yandan da soğukluğuyla ayaklarıma kramplar giriyordu. Engin coğrafya bilgilerim ne zaman kanımda adrenalin patlasa beni sakinleştirirdi ancak bu defa kutuplara doğru gidildikçe tuzluluk oranı azalan denizlerin bir yalan olduğunu düşünüyordum. Aklımın yarısı da o teknede kalmıştı sanırım, her ne kadar vitamini kabuğundadır deseler de hislerimi soymuş, baş ucuma koymuş ve ben bu adamın elimi tutmasına izin vermiştim.
Lanet olsun, ben ne yapıyordum?
Donarak can vereceğim düşüncesi soluk boruma faça atıyordu. Bu ihtimal pek de uzak sayılmazdı, çok geçmeden kalp atışlarım yavaşlayacak, en yoğun sinir uçlarıyla kuşatılmış olan parmak uçlarım bile uyuşacak ve düşüncelerim buz tutacaktı ancak ben zamanında dibinden mermer çıkarıldığı için Yunanca'da "mermer" anlamına gelen  "Marmaros" ismini alan bu suyun dibine çökmekten korkuyordum. Ölmek değil de yitip gitmek beni çok korkutuyordu. Anaforlarda boğulurdum, cesedimi bile bulamazlardı. Bu çok Helenistik bir histi. Parmaklarımı kavrayan parmaklar da buradan çıkarılmış bir mermer misali soğuk ve karanlık suyun dibinde parlayan ilahi bir ışık gibiydi. Göz kapaklarım kapanmayı talep ederken artık daha fazla dayanabileceğimi sanmıyordum, aksi takdirde en kısa sürede o ilahi ışığa kavuşacaktım. Kolumu oynatarak nefes almam gerektiğini söylemeye çalıştım ancak sağ omzuma dadanan karıncalanma hissi kurşun sıyrığından da fenaydı. Şakaklarıma acı bir sancı saplanırken dudaklarımdan baloncuklar yükseldi.
Küçükken abimle parka gittiğimiz zamanları hep hafızamda tutmuşumdur, onun aksine ben kaydırakları salıncaklardan çok severdim. Özellikle sonbaharda abimi hiç dinlemez ve ucu yağan yağmur sularıyla bir gölete dönüşse de kaydıraktan kayacağım diye tuttururdum. Abim ben kayarken kaydırağın yanında durur ve tam ortasındayken ben o suya düşmeden beni yakalamaya çalışırdı. Ancak fiziksel olarak obezite hastalarına benzeyen bir çocuktum, çoğu zaman beni tutmaya gücü yetmezdi ve kaydırağın ucundaki o gölete düşerdim, popom ıslanırdı. Çocuklarıyla parka gelen ebeveynler de minik çocuklarını bu şekilde kaydırdıkları için ıslanmak ve idrar yollarımı üşütmek asla umurumda olmazdı, yaş popomla koşarak abime sarılırdım. Kaydıraklar, küçüklüğümün en sevdiğim tehlikesiydi ve şimdi sanki yine yağmurda ıslanmış bir kaydıraktan kayıyordum. Bu defa sıvı bir jel içinde yüzüyor gibiydim, abimin beni yakalayamayacağından korkarak ellerimi kaydırağın plastik kenarlarına koymuştum. Kırmızı yün paltomun içindeki kısa kollarıma sürtünmenin etkisiyle elektrik çarparken birdenbire kafama buz torbası yemiş gibi oldum.
Evet, kaydırağın sonundaki su birikintisine düşmüş olmalıydım.
Hayır, karşımda karanlıkta gözleri kedi gibi parlayan bir adam vardı.
Sıçrayarak kendimi geri çekmeye çalıştığımda belimi tuttuğunu fark ettiğim elleri sıkılaştı. Islak yüzüme çarpan dondurucu soğuğa rağmen bir an kafamı sobaya soktuğumu zannettim, üzerime hücum eden utanç cehennemden olma, şeytandan doğma bir alazdı. Kalbim katır gibi tepiniyordu göğsümde, kehribar rengi gözlerin Holter makinası gibiydi, göz bebeklerinden geçen düzensiz çizgileri görebiliyordum. Rahatsızca kolları arasında kıpraştım.
"Rahat durmaya ne dersin?" Sesinde ipek kumaşlar, safir mücevherler, en eski hikayelere çıkan Bağdat yolları vardı. "Ellerimi şu an üzerinden çeksem suyun dibini boylarsın. Bu kolla kulaç atabileceğini mi sanıyorsun?"
Sesindeki öfkeyle dumur oldum, sanki biraz önce beni kurtaran adam o değildi. "Ben... Yük olmak istemem sana."
"Teşekkür et o zaman." Ardından elleri suyun altından kalçama kaydı ve göz bebeklerim dokuz ayı bir saniyede yaşayarak adeta analarından doğdular. Beni havaya kaldırarak arkamda olduğunu görmediğim bir zemine oturttu, ellerim iki yanımdaki toprağa dokunurken ellerini ellerime bastırıp tek hamlede yanıma çıktı. Ellerim kemikli parmaklarının baskısıyla acırken "Yavaş," diye tısladım. "Ben de insanım farkındasın değil mi?"
Sorgularcasına tek kaşını kaldırdığında gerilen teninde serçe parmağımın yarısı kadar bir iz belirdi, dikiş izi olmalıydı. "Diyorum ki, ben oyun hamuru değilim." Bir hışım oturduğum yerde ayağa kalktım, sol kolum uyuşmuş ve tenimi sıyırıp geçen kurşunun ağırlığıyla kutsanmıştı. Gözlerimi, karanlık su damlaları omuzlarında kuruyan adama çevirdim, sırılsıklam olan vücuduma rağmen ağzım dilim kupkuru oldu. Dörtte üçü su olan vücuduma sığmadı ruhum; çöllerden gelme bir kaktüs gibi battı onu saran zara.
Ona, karşılaşmamızdan beri ilk kez bu kadar dikkatli bakabilmiştim. Parlak dolunayın aydınlattığı elmacık kemiklerinin altı gölgeliydi, etli dudakları, düzgün çenesi ve iri çekik gözleri nefesimi tutmama sebep olmuştu. Bu nasıl bir şeydi Allah'ım? Bir insan evladı nasıl bu kadar güzel ve büyüleyici görünebilirdi? Yaşadığım her şey hastalandı o an, hemşireler ellerinde sedyelerle ruhuma doğru koşarken çoktan beyin ölümümün gerçekleştiğini düşünmüştüm ama kalbim hala atıyordu. Korku hala sıcaktı, kor gibiydi.
"Ben de oyun hamurlarıyla oynayacak yaşı çoktan geçtim zaten, o senin eğlencen." Daldığım büyülü alemden beni çıkaran sesi kaskatıydı, üstüme esen soğuk rüzgarla titrerken pırlantadan yapılma mermerleri andıran teni parladı. İstemeden kendimi kaşlarımı çatarken buldum.
"Ne demeye çalışıyorsun sen?"
Beni umursamadan önüme geçip yürümeye başladığında bir an korkuyla etrafıma bakındım, karanlık ormanın ortasında önümüzü zor görüyorduk ve nereye gittiğini sanıyordu? Bir defa bile olsun arkasına bakmıyordu, adımlarını hızlandırdığını fark edince korkuyla arkasından koşturdum. "Beni bırakıp nereye gidiyorsun ya?" diye bağırdım. "Beklesene!"
Buz gibiydi bakışları; tenimi ürperten soğuğa benzemiyordu ama bu, dondururken yakıyordu insanı cayır cayır, öyle sessiz öldürüyordu ki bu sakin öfke karşısında içimden ağlamak geliyordu. Tabii bunda omzumun acısı ve başıma gelenlerin sarsıntısı da vardı, bana gözünün ucuyla bile bakmadan yürümeye devam ettiğini görünce dolan gözlerimdeki yaşların göz pınarlarımda parladığını hissettim. İç çekişimle beraber omzunun üzerinden bir bakış attı ve bıkkınca gözlerini devirdi.
"Ağlama," dedi, dudaklarından derin bir nefes verirken. "Hay Allah'ım, neden ağlıyorsun?"
Yanaklarımdaki yaşları elimin tersiyle silerken "Şu başıma gelenlerden sonra gerçekten de soruyor musun?" dedim, sesim titriyordu. "Az kalsın ölüyordum ben! Kıl payı kurtuldum ve bu Allah'ın dağında da, elimde beni öldürmek isteyen bir adamdan başka hiç kimse yok ve ayrıca, biraz önce iki cinayete tanıklık ettim. Ya da dur, yardım ve yataklık mı demeliyim?"
Yüzüme kapanan ellerimi bileklerimden kavradığında bulanık görüşüm hemen netleşmedi ama sabır dilenircesine iç çektiğini duyabilmiştim, benden yaklaşık yirmi santim uzun boyu yüzünden ona bakarken kafamı kaldırmak zorunda kalıyordum. "Bak," derken sesinde zor yatıştırdığı vahşi duygular vardı. Tüylerim diken diken oldu. "Bak kızım, seni öldürüp de leşini neden üstüme atmak istediler bilmiyorum ama seni öldürmeyeceğim, tamam mı?"
Tepki vermediği görünce beni sertçe sarstı. "Seni öldürmeyeceğim, öldürmek gibi bir niyetim olmadı, yok ama bu şekilde zırlamaya devam edersen seni burada ölüme terk edip gerçekten de katil olabilirim." Kehribar rengi gözleri doğa üstü bir güç misali parladı ve korku üstüme öyle bir çöreklendi ki, o an tuvaletimin olmadığına şükrettim, aksi takdirde şuracığa koyvermiştim.
"Seni öldürecek olsam neden seni kurtarayım beyinsiz!" Bileklerimdeki elleri vücudumu bir çuval patatesmiş gibi sertçe ittirdi. "Seni öldürecek olsam her gece Azrail'in olurdum. Ensende nefesimle, her anını son anın gibi yaşardın."
"Nasıl güveneceğim sana? Ya beni kurtarman yalansa, ya şimdi kendi ellerinle öldüreceksen beni?"
"İstiyorsan güvenme, bana ne be!" Bileklerimi sertçe ittirdiğinde kaşlarım çatıldı. "Seni korumak için iki tane adamı vurdum ben, eğer zarar görmeni isteseydim peşime bir dünya dolusu polisi takmakla uğraşmazdım! Bırakırdım, kurşuna dizerlerdi seni orada!" Öfkeden çenesi seğirmeye başlamıştı. Bana yaklaşarak aramızdaki mesafeyi iki adımda kapattı. "Ve evet, gerçekten öldürecek olsaydım seni, bunu gözlerine baka baka yapmayı tercih ederdim. Emin ol, ölüm korkusuyla gözlerine bakan bir kurbandan daha iyisi yoktur. Ama burada, karşımda değil, ölümün kıyısından ne bir adım ileriye, ne bir adım geriye gidemeyecek kadar çaresiz olurdun."
Tüylerimin hepsini havaya diken sesindeki kararlılık mıydı, yoksa yüzünün her bir köşesine sinen gerçek bir katil kokusu muydu? Bana zarar vermeyeceğine bir yanım ikna olsa da içimde yarattığı dehşet midemi kaynatmıştı. Kafamı kehribar rengi gözlerinden başka yöne çevirerek yutkundum. "Bana böyle davranmaya devam edeceksen gelmem seninle."
Aniden patlayan kahkahasıyla olduğum yerde sıçradım, topuklarıma batan çam iğnelerinden biri ayağımı fena çizmişti. "Çocuk musun sen, ne biçim tehdit bu?" Duraksadığı sırada yanaklarında çiçek açan gamzelerini gördüm, biraz önceki beton ifadesi kaybolmamıştı ama büyüleyiciliği inkar edilemezdi. Tam öğle vakti denizde, suyun yüzeyinde parıldayan yıldızları andıran güneş parçaları gibiydi. Öyle güzeldi ki, gerçekliği zihnimi şüphe sularıyla ıslatırken benimle alay ediyor olmasına bile kızamadım. "Sana benimle gel diye yalvaran mı oldu? İstiyorsan gelme, sonuçta intihar da bir seçenektir."
"İntihar mı?"
"Bu soğukta faranjit, larenjit, sinüzit, orta kulak iltihabı, bronşit ve hatta zatürreyle kalırsan sevinmelisin. Islaksın, mart ayında ve hatta neredeyse Karadeniz Bölgesi'ndeyiz. Omzun yaralı, orman tehlikeli ve soğuğa alerjin var." Kemikli elinin işaret parmağı yanağıma dokunduğunda kaşlarım havalandı. "Sen soğuk alerjimi nereden biliyorsun?"
"Yanakların fosur fosur kabarmış, karanlıkta bile belli oluyor." Soğuk havalarda kaşınarak kabarmak gibi iğrenç bir alerjim vardı ve bundan nefret ediyordum. "Lanet olsun," diye mırıldanarak gözlerimi yumdum. Çok utanmıştım, büyük ihtimalle korkunç görünüyordum ve sırf bu alerjiden dolayı bile bu soğuktan vazgeçebilirdim.
"Tamam, kabul, haklısın." Derin bir nefes aldım. "Pekala, gidelim."
Hiçbir şey söylemeden önüme geçmesine izin verdim ve kafamı iki yana sallayarak yürümeye başladım. Önümü zor görüyordum, tepemdeki dolunayın ışığı olmasa o da zordu ancak o kadar parlaktı ki belki de hayatımda ilk kez böylesiyle karşılaşıyordum. "Şu kadarcık aklım vardı benim," diye homurdandım, çıplak ayaklarımın altında ezilen çam iğneleri yüzünden zor yürüyordum. "Yemin ederim o da gitti. Yemin ederim, bu yaşadıklarımdan üç sezonluk dizi çıkar. Yaşadıklarım kitap olsa yok satar."
"Anladık," dedi ters ters. "Allah aşkına, sen konuşmadan duramıyor musun?" Sesi bezgindi. Ben cevap vermek için ağzımı açtığım an sol dirseğimi kavrayan parmaklarını hissettim, acı birbirine bastırdığım dişlerimi kırıp elime verecek diye yüreğim hoplamıştı.
"Şuradan yürü, toprak burası." Daldığım düşünceler nehrine şişman bir adam gibi atladı sesi, beyaz köpükler kadife örtüyü yırtarken beni çekiştirdiği yere doğru hareket edince vücutlarımız çarpıştı. Kehribar rengi gözleri karanlıkta fosforlu birer boncuk gibiydi. "Ayaklarına batmasın."
"Batarsa batsın," dedim ters ters. "Seni niye gerdi?"
"Batarsa batsın, tabii ya! Babanın uşağı mı var kızım karşında? Sonra bir de kucağımda mı taşıyacağım senin gibi pis bir sürüngeni?" Çemkirişlerim duvara çarpmış gibi aynı hızda bana geri geldiğinde afalladım, sol yanağında, dişlerini sıktığını belli eden o ufak çukur olmasa gerçekten de duvarlara konuştuğumu düşünecektim. Cevap vermemek için yanağımın içini dişlemem gerekti, edeceğim herhangi bir sözün bana getireceği etkiyi hesaplayamıyordum. Karşısında korkudan deliye dönen yanlarım bile küçük bir kedi gibi ona sokulmuştu adeta, ona sığınıyordu. Ona güvenmek zorundaydım. 
Gözlerimde parlayan ateşleri görmezden geldi, bakışları sol koluma kayarken sessiz kaldım. Kuruyan kan ıslak tişörtümün üstünde korkunç bir acıyla parlıyordu. "Tişörtümü bağlasaydım keşke," derken kendisine duyduğu öfke parmaklarından tenime aktı. "Kafamı kırk yerinden sikeyim, suda kayıp gideceğini nasıl düşünmedim?"
Arasında yürüdüğümüz ağaçlardan bir farkı yokmuş gibi görünen bu adamdan dökülen sözler, içimdeki ateşi harladıkça çenemi iskelet sistemime bağlayan liflerin kül olduğunu hissediyordum. Her ne kadar susmak istesem de kendimi tutamadım. "Hala anlamıyorum, senin suçunmuş gibi konuşuyorsun. Sana ne? Benim gibi pis bir sürüngen sessizce ölsün kenarda, bırak hatta beni bu kadar rahatsız oluyorsan!"
"Rahatsız olmuyorum nöron düşmanı," diye tısladı. "Sen beni rahatsız ediyorsun. Ayrıca, seni doğaya bu şekilde salamayacak  kadar çevre dostuyum."
Söylediğim her şeyi sanki önceden seçmişti, beni alt edebilmek ve her dediğimi ağzıma tıkabilmek için taktik geliştirmiş gibiydi. "Ayrıca benim yüzümden olsa ne, olmasa ne?" Beni kendine bastırarak eliyle yaramın üstüne baskı yapmaya başladı, parmaklarının altında atan atardamarımı duyabiliyor muydu? "Seni bıraktığım anda ölüsün sen. Ben de aptal bir çocuk yüzünden hapishanelerde çürümeyi hak etmeyecek kadar kıymetliyim."
"Egonu resmi bir devlet olarak tanıdığımı belirten antlaşmaları imzalamaya razıyım, yeter ki bana boks torbasıymışım gibi davranma!" Sızlanarak kolumu çekiştirdim. "Ayrıca sen katil olmak istemiyorsun da ben bu gidişle sahiden kangren olacağım, bak sakat kalırsam ömür boyu tazminat davası açarım sana!"
"Senin yerinde olsaydım, mahkemeye değil direk Allah'a dava açardım. Şu haline bak." Küçümseyen bakışlarıyla burnunu kırıştırdı, bir an benden gerçekten tiksindiğini hissettim.
"Tövbe tövbe," diye homurdanarak önüme döndüm. "Eğer beni kurtarmamış olsaydın, sana daha neler derdim de... Çarpılacağız yakında birazdan zaten şöyle nah ikiye!"
"Artık seni öldüreceğimden korkmuyorsun yani?" Kinayeleri kulaklarımı kanatıyordu artık. "Çarpılmasak da kangren olacaksın zaten," dedi alayla, dudaklarımı öfkeyle büzdüğümü görünce ağzı kulaklarına paraşüt açtı. "Ama bence üzülme; yani kafa sakat, belli, bari bir organın eksik olursa insanlar boşluğu daha çabuk fark ederler."
"Canım yanıyor," diye hırladım dişlerimin arasından. Konuyu değiştirmek istiyordum çünkü tuzlu su, soğuk hava ve karanlık orman kendimi ahtapot gibi hissetmeme neden olurken sinirlerimin helva gibi tel tel edilmesini kaldıramıyordum. Kollarımı on yedi senedir önemsemediğim kadar önemsemeye başlamıştım ve omzumdaki yara ne kadar şakaya vursak da tehlikeliydi.
"Farkındaysan gerçekten de sabırlı davranmaya çalışıyorum," dedi. "Çemkirmelerine, bana katil muamelesi yapmana ve hayatını kurtarmama rağmen!"
"Sorma sorma," dedim iğneleyici bir tavırla. "Sen Eyüp Peygamberin reenkarnesisin!"
"Sakat sakat konuşan sensin be arıza!" diye bağırdı.
"Gerçekten de adinin tekisin," diye sinirle konuştum, başka türlü aklım yarama kayıyordu ve onunla konuşurken öfkemi kontrol altına almam imkansızdı. "Yürüyemiyorum öyle hayvan gibi bastırınca!"
"O zaman geber?" dedi ve elini çeker gibi oldu, hemen itiraz eden bir sesle bağırdım.
"Sakın!"
"Sus o zaman!"
Bu defa gerçekten de dediğini yapmak zorundaydım, tartışmaktan başka bir şey yapmıyorduk ve ben üşüyordum, canım yanıyordu, en azından buna odaklanabilirdik. O üstümde hunharca bir güç denemesi yaparken ezilmekten korktuğum için istemeye istemeye "Sarılabilir miyim?" diye mırıldandım.
"Ne? Asla, toynaklarını uzak tut benden!"
"Lütfen," derken sesim utançtan dolayı bir perde azalmıştı. Yorulduğumu hissediyordum. "Yürüyemiyorum bu şekilde."
"Hayır diyorum kızım," dedi sert bir şekilde ama yanımda yarı çıplak duran bir adamın bunu söylemek için esaslı bir nedeni olduğunu düşündüm. Merak tenimi tırmaladı, nedenini sorsam da söylemeyeceğini anlamıştım. Bunun yerine sağ kolumu beline sardım ve soğuk teni ellerimin altında titredi. "Lan!"
Fena huylanmıştı, elektrik çarpmış gibi geri kaçarken kahkahamı tutamadım, sahiden de belinden huylanıyor muydu? Ben de fena gıdıklanırdım ancak bu gülmeyeceğim anlamına gelmiyordu. "İyilik yaramaz lan sana, geber şurada da gör gününü!"
Kahkahama hakim olmaya çalışarak "Ama ne yapayım," dedim. "Başka türlü çok canım acıyor."
Öfkeden titreyen ellerine rağmen, dişlerini sıka sıka beni kendine çekip yarama yeniden bastırdı elini ve "Dua et," diye tısladı. "Dua et yaralısın, kan kaybından mala döndün, yoksa seni ağaçtan ağaca çarpardım. Dua et, gerçekten elimi kana bulamak istemiyorum!"
Diğer koluyla sağ koluma uzanıp, yavaşça, ince sayılmayan beline sardı. Göğsü üçgen biçiminde yükseliyordu ve kendimi Gülliver'e sarılıyormuş gibi hissediyordum. "Üşüyorum bir de ben, onu da halledersen susarım."
Gözlerinden hayra alamet olmayan parıltılar geçti. "Isınmak için güzel fikirlerim var aslında," dedi, ardından ruhsuz bir tavırla güldü.
"Neymiş?"
"Sevişmek?"
Yüzümü buruşturarak düşünmeden tırnaklarımı tenine geçirdim. "Hayvan herif! Çek ellerini üzerimden, aklın fikrin orada mı senin? Çekil, sakın dokunma bana!"
Belindeki kolumu tiksinerek çektim ve omzumdaki elini itmeye çalıştım ama parmakları koluma japon yapıştırıcısıyla yapıştırılmış gibiydi. "Sapık herif, bırak diyorum!" Bir anlık boşluğundan yararlanıp kurtulduğum an arkama bakmadan hızlı adımlarla yürümeye başladım, sinirden ağzımın kenarı seğirmeye başlamıştı.
"Saçma sapan hareket etme," diye bağırdı arkamdan. "Dursana lan!"
Utanç üstüme çığ gibi yığılırken nefes alabilmek için kafamı gökyüzüne kaldırdım. Sanki tepemde bir ejderha vardı ve içtiği sigaranın dumanını üstüme üstüme üflüyordu, üşürken bir yandan da yanıyordum. "Itır!"
Adımı seslenince omzumun üstünden dönüp ona baktım. Evet, gerçekten de cehennemin tam ortasına düşmüştüm ancak bu adam cehennem zebanisi olamayacak kadar güzeldi. Hiçbir şey söylemeden kafamı önüme çevirirken, kafamı tosladığım ağaçla birlikte haykırışını duydum. "Itır, dikkat et!"
Ardından tepemde yıldızlar uçuşmaya başladı.
*-*
İnsana, yeniden insan olduğunu hissettirebilen yegane şeyler vardır. Monoton ve müşterek hayatımızı bazen alt üst eden acılar, kalbimizi vantilatör gibi çeviren aşklar ve en önemlisi ise, korkular.
Birinin karşınıza geçip, elinde sizi inandıracak kanıtlarla korkunç bir gerçeği söylemesinden bahsetmiyorum. Gerçekten de o korkuyla burun buruna gelmek, benim anlatmak istediğim. Otuz senelik evli çiftlerden daha yakın olmak, kendi çocuğunuzdan daha iyi tanımak o yürek kızartan hissi... İşte bu, yaşamak olmalıydı.
Eğer kalbimde doğan çocukların bir adı olsaydı, kaderden başka bir isim göbek bağını boyunlarına dolardı.
Uğruna şarkılar yazılan on yedi yaşımla ilgili harika hayaller kurmadığım doğruydu ancak ölüm korunmayı unutan kalbimde beklenmedik bir bebek, Azrail ise 'Çay suyunu koy, yarım saate sizdeyim.' diyen sürpriz bir misafir gibiydi. Acıydı. Tenimde soğuk, omzumda taşıyamayacağım bir yük ve kafamın içinde oradan oraya sürünen yılanlar olarak dönmüştü. Kader tarafından hayatın daha çok tokadını yiyeceğimi düşünürken ve daha annem kendini affettirmek için kapımı çalmamışken, ölmek gerçekten de kabul sınırlarımı aşan bir darbeydi.
Uyandığımı fısıldayan bilincim, beş duyumun ağzındaki bandı çekti ve burnuma kahve kokusu doldu. Aslında uyanmak istemiyordum, dışarıda sağanak sağanak kaldırımları ıslatan yağmur sesi ve soğuk odayı dolduran bu müthiş sıcaklık eşliğinde battaniyeme sarılıp biraz daha uyumak niyetindeydim. Ancak kulağıma dolan ses kirpiklerime sızdı ve göz bebeklerimde halter kaldıran Naim Süleymanoğlu zafer nidasıyla bağırdı.
Kirpiklerimi tel tel yakan ses, tekrarladı: "Itır?"
"Annenin karnında 9 ay nasıl bekledin sen?" Dizlerime tekabül eden hizada, ayaklarımı uzattığım kanepede oturan kadın söylemişti bunu. Kim olduğuna dair bir papatya dolusu soru işaretimin yapraklarını, omuzlarındaki lekeli, beyaz önlük doktor olabileceği fikriyle kopardı.
"Prematüreyim ben, delikanlı adamı 9 ay kasar. Madem çıkacak potansiyelin var neden kadına daha fazla acı çektiriyorsun?"
"Senin gibilerini sırf Türkiye birincisi oldu diye o tıp fakültesinin kapısından sokmamalılar." Doktor, kafasını iki yana sallayarak bana döndü. Sabır istercesine derin bir nefes aldı ve yüzü biraz öncekine nazaran daha sakin bir hal aldı. "Merhaba Itır. Kendini nasıl hissediyorsun?"
Itır? Bana neden öyle seslenmişti? Zihnimin kalabalık sahnesine adım attım, bordo renkli kadife perdeler çekilmiş, dekor toz içinde kalmıştı. Issızlıkla çarpılırken, doktor dizlerindeki siyah deri çantayı açtı ve baş parmağım büyüklüğünde bir fener çıkardı. "Şimdi senden parmağımı takip etmeni isteyeceğim, tamam mı?" Manikürlü elinin işaret parmağını havaya kaldırdı ve dediğini yaparak gözlerimi kırmızı ojeli uzun tırnağına sabitledim. Aklımı bulamaca döndüren gerçek dünya yabancılığıyla içime oturmuştu.
"Bu arada, asıl sen 6 sene nasıl bekledin de bitirdin şu okulu, ben hayret ediyorum." Bu sesin sahibi tanıdık sözcüklerin yazarıydı, kıdemsiz hislerin eline iplerimi verdiğim saniye boynumu yana çevirerek doktorun parmağıyla olan irtibatımı kestim. Orada, yattığım kanepenin hemen yanında oturuyordu ve dudaklarının arasında yakmaya hazırlandığı bir sigara vardı. Bakışları şah damarım kadar yabancı ve bir o kadar da kehribar rengiydi. Omurgamdan aşağı bir ürperti indi, istemsizce kasıldım. Doktor umurumda değildi, gözlerimin önünde salladığı ışıklı aleti de. Hatıralarımı sakladığım çekmeceler boşaltılmış, gardıroplarımdaki askılar oraya buraya fırlatılmıştı. Adımı düşündüm. Adım neydi? Ben neredeydim? Enjektörle kanıma boşaltılan şüphe, yattığım yerden aniden doğrulmama sebep oldu.
"Yorgun olmalısın, biraz daha dinlenmeye ihtiyacın var. Yatmalısın." Doktorun konuştukları sivrisinek vızıltısı gibiydi, gözlerim kehribar rengi gözlere sabitlenirken düştüğüm ıssız adada tek tanıdık gelen şeyin o olduğunu fark ettim. "Ilgaz, sen söyle istersen."
Gözünü bile kırpmadan bana bakıyordu. "Neyi söyleyeyim?"
"Dinlenmesi gerektiğini." Doktorun endişeli ve bıkkın bakışlarının beni süzdüğünü hissettim. "Itır?"
"Bana neden öyle sesleniyorsun?" Sözlerimin doktora meyleden yankısı sessizlik oldu. Kehribar rengi gözlerin üstündeki kaşlar çatılırken yarısına iki nefes kaldığı sigarasını kül tablasına bıraktı ve kirli dumanı üfledi. "Itır kim, bana boyuna Itır deyip duruyorsun?"
Kehribar rengi gözlü adam, bordo kazağının kollarını sıvayarak oturduğu sandalyeden kalktı. Kaşları çatık, mimikleri yorgun ve ifadesi sertti. Kafamın içinde çorba olan görüntüler canımı yakmaya başladığında gözlerimi eskimiş halıya diktim. "Neredeyim ben?" diye sorarken gözlerimi yumdum. Sol elimi başıma götürmek için oynattığımda sızlayan omzum sol tarafıma dönmeme sebep oldu ve çenemin hemen dibindeki sargı bezini gördüm. "Bana ne oldu? Siz kimsiniz?"
"Ha-Hatırlamıyor musun?" Doktorun dehşet içindeki ifadesi zihnimde pişen çorbaya zift atmıştı.
"Bilmiyorum," diye inledim acı içerisinde, kafamı tutarak bacaklarımı kendime doğru çektim. "Hatırlamaya çalışıyorum ama bomboş. Her yer bomboş."
Kehribar rengi gözlü adamın çehresinde sıraya giren ünlem işaretlerini gördüm, noktaları adeta zehir saçıyordu. Ayağa kalkarak, uzun bacaklarını sergilercesine odanın bir ucundan diğerine sinirle yürüdü. "Serra, ne verdin bu kıza? Doğru söyle."
"Vallahi yuh artık," diye cırladı kanepeden kalkan doktor. İsmi Serra mıydı? Onu tanıdığımı zannetmiyordum, arama geçmişimde yer tutan bir isim değildi. Hatırlamaya çalıştım, yoktu. "Kafasını ağaca vurduğu için olmuş olabilir."
"Ben olamaz mı diyorum kızım sana? Bir keresinde, sabah birlikte uyandığım bir kadın da böyle olmuştu. Gece kafasını yatak başlığına mı vurduk, ne yaptım, hatırlamıyorum ki-"
"Ilgaz!"
"Şoktan böyle şeyler olabilir diyorum," diye homurdandı suçsuz ama gergin bir tavırla. "Ne Ilgaz Ilgaz? Adımı mı öğreniyorsun, sen de mi hafızanı kaybettin Serra?"
Ilgaz. Tek bir isim çaldığım kapıları açtı ve ahize başında beklediğim telefonlarıma çıktı. Ilgaz Serhazin. Hatırlıyordum, çıplak tenime bastırdığı kemikli parmaklarını hatırlıyordum.
"Midem bulanıyor," diye mırıldandım. "Kusacağım galiba."
İstemsiz bir öğürme dudaklarımın arasından çıkarken kehribar gözlü adamın yüzü bembeyaz oldu. "Sakın, sakın diyorum bak. Tuvalet şurada, koş çabuk, koş seni kusarken görürsem o kusmuğunda boğarım seni!"
Gösterdiği beyaz kapıya doğru koşarken bacaklarıma dolanan battaniye arkamdan yere düştü, kapıyı açıp klozete doğru eğildim ve kapıyı kapatma nezaketi bile göstermeden midemde ne var ne yoksa çıkarmaya başladım. Hemen arkamdan gelen nazik eller ve saçlarımı toplarken boynuma batan uzun tırnaklar sayesinde onun doktor olduğunu anlamıştım. Serra. Lanet olsun, hatırlamıyordum. Çok fena hissediyordum, safra tadı ağzımda kalana kadar kustum. Nefes nefese bir halde sifon düğmesini aramak için uzandığımda o tanıdık el parmaklarımı kavradı. "Dur."
Klozete doğru eğilen kafasını gördüğümde kendimden tiksinerek geri çekildim ve kafam sert bir şeye çarptı. Sızlanarak enseme uzandım, ince bir sızı ense kökümden kafatasıma doğru yayılırken acı acı inledim. O ise kusmuğumu kokladığını belli eden birkaç sesten sonra muşmulaya dönen suratını klozetten uzaklaştırdı ve sifon düğmesine bastı. "Beni nelerle uğraştırdığını görüyor musun? Kafanı lavaboya vurduğuna göre her şeyi geri hatırladığını umuyorum. Haydi, lütfen."
Doktor kız, yani Serra, dirseğimden tutup kalkmama yardım ederken "Ilgaz asıl sana lütfen!" diye bağırdı. Kafamı kaldırdığımda tuvalet aynasına bakamayacağımı fark ederek musluğu mavi noktaya doğru çevirdim.
"Kız hatırlamıyor işte! Madem tiksiniyorsun ayrıca niye gelip kusmuğuna bakıyorsun kızın? Ulan tiksinmesen de neden bakıyorsun ayrıca, hasta mısın oğlum sen, neden kusmuk kokluyorsun?"
"Kafasındakileri kusmuştur belki," diye omuz silktiğini gördüm aynadan. "Unutmak için içersin, sonra kafandaki her şeyi midende karıştırıp kusarsın. O kustuktan sonraki birkaç saat kafamın ne kadar temiz olduğunu bilseydin, sen de alkolik olurdun." Ağzımı kenardaki patlıcan moru havluya silerken musluğu çevirdim ancak akıtıyordu, gücüm yetmediğinden tam kapatamamıştım. Uzun parmakları ellerimin üstünden uzanıp musluğu açtığım yönün tersine doğru sıktı.
Parmaklarımı un ufak eden hissin tanıdıklığı bir volkan misali patladı kalbimde, lavlar ulu dağın eteklerinden aşağı süzülürken kalbim bir kuş misali çırpınmaya başladı. Kafamı kaldırdığım anda aynada göz göze geldik. Benim üstümde uzun kollu, onun kazağıyla aynı renk, bordo bir tişört vardı. Göz altlarım çökmüş, yanaklarım kızarmış, mavi gözlerim ise kısılmıştı. Kehribar rengi bakışları soru dolu bakıyordu, yutkunarak "Hatırlıyorum." dedim. "Seni hatırlıyorum." Dokunduğu elimi havaya kaldırdım. "Sudan çıkarken de parmaklarımı tutmuştun."
Koyu renk dudakları kıvrılırken hiç de masum olmayan bir tavırla sırıtıyordu. "Görüyor musun Serra, üzerine ceketimi attığım hatun hafızasını kaybedip, benden başka her şeyi unutuyor. Ne kadar da elektro şok bir erkeğim."
"Bir şeyden de kendine pay çıkarma ya, ay yemin ederim bıktım senden!" Serra'nın yeşil gözleri her an kriz geçirecekmiş gibi bakıyordu, doktor önlüğünün cebindeki ellerini çıkararak sinirle göğsünde birleştirdi.
"Daha fazla konuşmaya devam edersen elektro şok aletini çıkaracağım Serra." diye homurdandı Ilgaz. "Sus, kes çeneni!"
Serra mavi-beyaz karolarla döşenmiş banyodan bir hışım çıktı ve hiddetinden saçlarım uçuşurken korkuyla sıçradım. Ilgaz ise benim aksime kayıtsız ve de vasıfsız görünüyordu. Kirli sakalını, kemikli ama zayıf durmayan suratını inceledim. Acaba kimdi? Neden kendimden önce onu hatırlamıştım? Gözlerim kehribar rengi, hafif çekik gözlerine sabitlendiğinde gözlerini devirdi ve ne kadar zamandır göğsümde tuttuğumu bilmediğim havluyu çekerken "Yürü," diye, sağlam olan omzumu ittirdi. Kapıdan arka arkaya çıkarken koridora vuran yamuk ışık huzmesi düğme sesiyle birlikte yok oldu.
Çıktığımız odaya geri döndüğümüzde üstünde yattığım eski kahverengi kanepeyi ve çeşitli renklerle örülmüş alacalı battaniyeyi gördüm. Odada bir tane de masalık yeri vardı, alçak tavanından sarkan ampulün kablosu da dahil tavan beyaza boyanmıştı. Kanepenin yaslandığı duvarın sonunda bir soba gürül gürül yanıyordu. Tozlu bir plaktan yükselen eski bir şarkı kadar güzel ve nostalji bir havası vardı. Hayır, burası anılarımın konağında anahtarını elinde tuttuğum bir oda değildi. Kilitliydi.
Biraz önce kalktığım kanepeye geri oturdum, Serra nereye gitmişti bilmiyordum ama çantası burada duruyordu. Ilgaz da yanıma oturduğunda derin bir nefes aldım. Bir süre öylece, sustuk, oturduk.
"Kim olduğunu sahiden hatırlamıyor musun? Kaç yaşındasın, nerede yaşıyorsun, annen kim, baban kim?"
"Hatırlayamıyorum yemin ederim," diye mırıldandım. "Ama seni hatırlıyorum işte. Bir de..."
"Bir de ne?"
"Ölecektim sanki." Kalbimin çevresini bir zar misali saran canlı duyguyu ona anlatamazdım. "Ölecektim sanki de, kıl payı kurtuldum sanki. İçimde öyle yeniden doğmuşum gibi bir his. Belki de şu anda sıfır bir hafızaya sahip olduğum için."
Sözlerim ateş olup zihninin içindeki barutlara dokundu ve göz bebeklerinde etrafa saçılan panik duygusunu gördüm. Gözlerinde firar eden mahkumlar koşarken suratında en ufak bir iz bile bırakmadılar, koyu renk dudakları düz bir çizgi halinde gerildi sadece. Dudakları, çünkü siz buna değersiniz reklamlarında oynatılan mankenlere bin basardı, dönme gibi bir hali olmadığına göre dudaklarındaki rengin ruj olmadığına inanmak zordu.
"Zor olduğunu biliyorum ama rahatlamaya çalış." Derin bir nefes aldı. "İnsanların hepsi unutmak ister, bunun için alkole koşarlar, haplar alırlar, iğne vururlar kendilerine. Kimisi doktorlara su gibi akıtır parasını; uzun lafın kısası, götünü yırtıyor millet unutmak için, bak." Bak derken, etrafımda olan örnekleri gözümün önüne getirmek istercesine biçimli eliyle havada bir şeyler gösterdi. "Sen ne güzel unutmuşsun işte, temiz iş, mis gibi, yeniden doğmuşsun gibi. Hani hacca gidince format atılıyor ya günahlarına, öyle bir şey işte." Kaşlarımı kaldırarak ona dik dik baktığımı görünce "Allah'ı da mı unuttun lan?" dedi endişeyle, suratında bariz bir korku vardı.
"Sen bu zamana kadar nasıl çarpılmadan kaldın merak ediyorum ben." Serra, üstündeki önlüğün yerine gri bir eşofman takımı giymiş halde yanımıza geldi ve karşımızdaki koltuğa oturdu. "Ne istiyorsun zavallıcıktan? Rahat bıraksana kızı." Ardından bana çevirdi boynunu, kızıla çalan saçlarını tepesinde topuz yapmıştı ve itiraf etmekte zorluk çekeceğim kadar güzel bir kızdı. "Sen bakma ona, bizim Ilgaz böyledir işte. Yirmi bir senedir düzeltemedik, böyle arsız terbiyesiz bir şey oldu."
Kafamı çevirdim. Ilgaz, uzun bacaklarını uzatarak bir o yana bir bu yana dönüyordu, rahat oturamadığını fark etmiştim. Sanırım boyum kadar bacakları vardı. Beni dürterek "Şişt," dedi. "Sen karşı koltuğa geçsene, bacaklarımı uzatacağım. Hadi."
Serra gözlerini büyüterek sağında duran kırlenti Ilgaz'ın kafasına fırlattı. Tam isabet. "Misafirimize kibar ol bari Ilgaz, çok yalvarıyorum, ne olursun azıcık insanmışsın gibi taklit yap."
Bir kahkaha attı Ilgaz, yanaklarından çenesine doğru uzanan gamzelerini ilk kez o an gördüm ve ben daha ne olduğunu bile anlayamadan yok oldu. Yanına yaklaşamadan korkup kaçan bir kirpi gibiydi; evet, dikenli bir kirpi. "Tamam tamam, kızdırmıyorum seni artık. Yoksa birazdan balon gibi patlayacaksın, senin sülük beynine dokunamam ben, kafatasına geri koyamam valla kalırsın öyle."
Serra daha fazla delirmeden Ilgaz omzumu ittirerek beni dış kapıya yönlendirdi. Kendisi siyah renki şişme montunu üzerine geçirirken bana da portmantodaki petrol mavisi rengi kaşe montu fırlattı.
"Biraz dışarı çıkalım biz." Yüzümdeki montu çekip, kibarlığına dair şaşkın nidalar içerisinde kalan zihnimi susturdum. Montu üzerime giydikten sonra ayakkabılıktaki siyah, deri cat botlarını ayağına geçirirken onların bir örneğini de bana uzattı. Altımdaki siyah eşofmanın üstüne öylece giyiverdim, sorgulamadım bile. Bu insanlar kimdi, neyin nesiydi bilmiyordum ama bana yardım ettiklerini anlamıştım. Neden bu kehribar rengi gözlü adama karşı garip bir güven hissiyle dolmuş taşmıştım?
Montun önünü kapatmak için düğmelerine uzandığım sırada Ilgaz önümde eğildi ve dizlerime kadar gelen montu belirgin köprücüklerimin hizasına kadar ilikledi, şaşkın şaşkın bakakaldım. "Omzunu zorlarsan kanayabilir. Bir süre dikkat edeceksin, çok bıçak sırtı bir yerde yaran. Beni tekrar tekrar sargını değiştirmekle uğraştırma."
Çenemle sol omzumu işaret ederek sordum. "Bu nasıl oldu?"
Cevap vermek yerine, ellerini deri ceketinin cebine sokarak bir sigara paketi çıkardı. Susarak önüme döndüm, ateşlediği sigaradan çektiği nefesi havaya üfledi. Cevap vermeyeceğini anladığımda bakışlarımı sessizce ayaklarıma çevirmekle yetinmiştim. Kendimi ezile ezile suyu çıkarılmış üzüm gibi hissediyordum, anılarım benden alınmış ve geriye sadece posam kalmıştı. Kafamı gri gökyüzüne çevirdim, kehribar rengi bir çift göz beni izliyordu.
"Kendini nasıl hissediyorsun?"
"Bilmiyorum," derken kollarımı göğsümde kavuşturdum. "İyiyim sanırım. Yani, hayattayım. Kötü bir kaza geçirdiğimi seziyorum. Yani omzumdaki yara, hatırlamamam..."
"Kapat konuyu."
"Anlamadım?"
"Konuyu kapat diyorum, kapat." Sesi kasvetli, rutubetli ve bir o kadar da sıkıntılıydı.
"Anlamıyorum, gerçekten. Bana neler olduğunu anlatır mısın?"
"Sus, Itır." Sigarasından çektiği nefesi geri üflerken birdenbire öfkelendiğini hissettim. Ben ne yapmıştım da birden böyle olmuştu? Kaşlarımı çatarak kötü kötü baktım ona. 
"Hafızamı kaybettim ben, gerçekten susmamı mı bekliyorsun? Sorularımı da cevaplamıyorsun. Ne kadar boş hissettiğimi görmüyor musun?"
Cevap vermedi, umursamadığı her halinden belliydi, hareketlerinden ucuz bir sıva gibi dökülüyordu. Dudaklarımı birbirine bastırarak ağzımdaki buruk tadı parçalamaya çalıştım. Çiğnedikçe tadı geçen bir sakızdı bu, zaman dişleri arasında onu öğüttükçe o acı tat da yok olurdu. Ancak o kadar zamanım yoktu, belirsizlik zihnimde bir parti balonu gibi gittikçe şişiyor, kafama sığmıyordu.
"Ben gitmek istiyorum." dedim, ancak yine bir cevap alamamıştım. "Size yeterince zahmet verdim bence."
Ormanlık yolun tam girişinde duraksadığımı görünce, bu defa o da durdu. Omzunun üzerinden arkasını dönerken soğuktan üşüyen ellerimi birbirine sürterek ısınmaya çalışıyordum. Bir elini pantolonunun cebine soktu, sigarayı tutan parmaklarını incelerken daha önce fark etmediğim siyah akik taşından bir yüzük fark ettim. "Bana bir taksi çağırabilirsen sevinirim."
"Saçma sapan konuştuğunun farkına varacak mısın, yoksa benim kafanı tekrar ağaca mı vurmam gerekiyor?" Dudaklarının arasından sigara dumanını üflerken bir duvar kadar ifadesiz ve bir duvarın olamayacağı kadar öfke doluydu.
"Keşke sen de konuşmayı denesen biraz, saçma sapan da olsa." Kollarımı göğsümde kavuşturarak başımı dikleştirdim.
"Şu kılığına, şu haline hareketlerine bir bak ya... Nereye gideceksin Itır?" Bir adım atarak aramızdaki mesafeyi baltaladı, istemsizce geri çekildim. "Nereye gideceğini biliyor musun?"
"Kim olduğunu bilmediğim bir adamın yanında kalacak değilim ya!" Öfkeyle göğsünü ittirdim. Bu hareketimin ne kadar yanlış olduğunu ancak yaptıktan sonra idrak edebilmiştim, göz kapakları yavaşça kapanırken "Sakın," dedi. "Sakın bir daha bu hareketi tekrarlama."
"Konuş o zaman benimle!" diye bağırdım. "Ya bir şey söyle, anlat, ne olursun delirecek gibiyim, ne olursun!"
Ellerimi saçlarıma geçirerek arkamı döndüm ona, yürümekte olduğu yolda onu arkamda bırakarak hızla yürümeye başladım. "Gel buraya," diye seslendi arkamdan. "Gel diyorum Itır!"
Arkamdan koşan adımları hızlandı ve çok geçmeden kolumu kavradı. İnatla çırpındım. "Bırak beni, yoksa adam kaçırıyorlar diye bağırırım!"
"Hiçbir yere gidemezsin!" Dişlerinin arasından tıslarken sağ kolumu koparacak gibi tutuyordu, neredeyse omzuna geliyordum ve istese gerçekten de koparabilirdi. "Hiçbir yere! Lütfen lafımı dinle."
"Bıraksana be!"
"Bağır istiyorsan," dedi yabani bir hayvanı andıran tavrıyla. Beyaz teni yeni tıraşlıydı, bu kadar sert görünmesinin sebebi öfkesi miydi? Bu nasıl korkunç bir güçtü? "Gerekirse adam kaçırırım ama seni bu halde hiçbir yere bırakmam, sok şunu aklına! Nereye gideceksin, nereye gideceğini bilmeden? Kimsesizlerden farkın yok!"
Hareketlerimin son bulduğunu hissettiğinde elini çekti kolumdan, kırılmıştım. Boş zihnimde bir bıçak çekildi, silah bir el ateş etti, kalbimi hedef alan her ne varsa gözlerimi istila etti. Hiçbir şey söylemeden yürümeye başladım, orman yolunun tersini istikamet alırken arkamdan geldiğini biliyordum.
Saatlerce ağlamak, tepine tepine bağırmak istiyordum. Hayatımda daha önce hiç bu kadar "kimsesiz", yalnız ve yabancı hissetmemiştim. Ah... Daha önce böyle hissedip hissetmediğimi bile bilmiyordum! Bu ne korkunç bir histi, canım bile acıyordu bana. Hiçlikler içinde mefta olan kalbim anılarımızın yokluğuyla bitap düştüğünde başım ağrıyordu, tek katlı evlerin ve kedi dolu sokakların arasından geçmiştik. Ilgaz'a yol boyu tek kelime etmeden, yoğurt kaplarına ekilen menekşeli pencereleri ve uzunlu kısalı yapıların yarısı sıvanmış turuncu tuğlalarını seyrettim. O kadar çok kedi vardı ki sokaklarda, kel ve göbekli bir balıkçının peşine takılıp yürüdüğümüz ızgaralı sokaklarda koşturuyorlardı. Arkamızda, ağaçların arasında kalan uzun yapılardan buralara uzanan evlerin bazısı tarihi dokuya uymuş, bazıları modern diye tanımlanan o tanımın çatısı altında soluklanmak istemişti.
Yolumuza koyu kahverengi, ahşaptan, dokunsalar çökecek bir ev çıktığında adımlarım oraya yöneldi. Boyası eskiyen evin yüzeyini paslanmış metaller kaplanmış, çıplak duvarlar ise pastan nasibini almakta onlardan geri kalmamıştı.  Bir köşede ters dönmüş metal bir sandalye vardı, arkada uzun bir çınar ağacı boy gösteriyordu. Yarısı yıkılmış olan evin üstünde kırmızı boyayla satılık ilanı vardı, altında bir numara yazılmıştı. Böyle eski evleri sevdiğimi hissettim birdenbire ve üzerinde yürüdüğüm belirsizlik buzu bir anda çatladı. Elimi kaldırarak evin çatlak yüzeyinde dolaştırdım.
"Sarıyer Belediyesi restore ediyor buraları, yıkılıyor bu ev yakında." Arkamdan gelen sesin sahibinin, sadece konuşmak için konuştuğunu fark etmiştim. İçimden cevap vermek gelmedi. Acaba çok mu tepki gösteriyordum? Ama hafızasını kaybetmiş, zavallı bir kızdım ben. Beni anlaması gerekiyordu.
Hatırlayabileceğimi hissetsem, parmak uçlarımı kanatırdım bu ahşap duvarlarda ancak hissettiğim boşluk gittikçe canımı yakıyordu, elimi çekerek kaşe montun ceplerine soktum ve yürümeye devam ettim. Bu defa arkamda değil, yanımdaydı. Susuyorduk ikimiz de, dudaklarım konuşmak istemediği her halinden belli olan düz bir çizgiden ibaretti. Resmen çenem ağrıyordu sinirden, suratıma dikilen suskunluk maskesini sevdiğimi hissettim. Bir duvar gibi hissetmek bazen canımı yaksa da insanın söylemek istediklerini kalbine gömdüğü bu hissiyatı sevdiğimi düşündüm.
Köşeyi döndük, önümüzdeki yokuşun sağ tarafındaki deniz fenerinin dibinde sandalyeleri ters çevrilmiş bir çay bahçesi vardı, solumuzdaki camiiden ezan sesi yükseliyordu ve yolun sonundaki tersane ayaklarımızın altına serilmişti. Buradan dalga kırana vuran hırçın dalgaları ve önümüzde uzanan denizi görebiliyordum.
"Konuşmayacak mısın benimle, bu mu yani?" Gözlerini devirdiğini hissettim, ardından kaçıncı olduğunu sayamadığım sigarasını çukurlaşmış asfaltta biriken suyun içine attı.
"Konuşacak bir şeyimiz yok, gideceğim ben." Çenem hareket ederken eski bir makine gibi hissetmiştim kendimi. "Sen de boşuna peşimde dolanıp durma ciğerci kediler gibi. Gideceğim dediysem gideceğim ben. Sana soracak değilim."
"Ya bir dur artık!" Ani haykırışı yeni dökülen asfalttan gökyüzüne sıçradı. "Güzel güzel konuşuyorum sana, anlatmaya çalışıyorum çocuk gibi bir tutturmuşsun gideceğim de gideceğim! Bir beni dinle, ne olursun ne söylüyorsam onu yap, lütfen! Ne yaptığının farkında değil misin?"
"Ne bileyim, hiçbir bok hatırlamıyorum ki!" Biraz fazla bağırmış olmalıyım ki yoldan geçen göbekli dayılar cıklayarak bizi konuşmaya başladılar. Gözlerimi tekrar kehribar rengi gözlere çevirdim.
Gerçekten de bir duvar gibiydi, ne düşünüyor, o gözlerinin arkasında ne görüyordu merak ediyordum. "Tamam," dedi bir anda. Sanırım kararlı tavrım onu korkutmuştu, telaşlanmıştı. Gitmemden neden korkuyordu? "Tamam anlatacağım, yürü haydi." İnanamaz gözlerle ona baktığımı görünce yineledi. "Yürü haydi, dediğimi yaparım ben. Anlatacağız dedik işte."
Durduğum yerden bir adım bile kımıldamadığımı görünce kolumu kavrayarak beni de önüne katarak yürümeye başladı. "Hayatımda," diye homurdandı. "Hayatımda senin gibisini görmedim. Katır inadı var sende."
Kolunu yaralı omzuma dikkatli bir şekilde atıp sarılırken kaskatı durmaya devam ettim. Hemen yelkenleri suya indirmeyecektim, benimle konuşmak, bana anlatmak zorundaydı. İçinde olduğum krizi gerçekten de düşünemiyor muydu? Deniz fenerini dalgakırana bağlayan yolda ilerlerken havanın soğukluğu ciğerlerimi ağlatmaya başlamıştı, yalancı akasyaların sıralandığı kaldırıma çıktığımızda çenemi kaşe montun altına sokup kendi nefeslerimle dudaklarımı ısıtmaya çalıştım, donmuştum. Esen hafif poyrazla birlikte sigara kokan nefesi yüzüme doğru dalgalanırken omzumdaki elini ittirerek konuşması gerektiğini söylemeye çalıştım. "Haydi, anlat artık!"
"Üşüyorum kızım, ısınmadan nasıl konuşayım?" dedi omzumdaki elini sıkılaştırırken. Bu sırada dönüp omzunun arkasından geriye bakmaya başladı, gözleri arkamızda bıraktığımız Arnavut kaldırıma dalıp gitmiş olmalıydı ki parmaklarını giderek omzuma sapladığının farkında değildi. Dişlerimin arasından sert bir nefes çektiğimi duyunca tekrar önüne dönerek baskısını gevşetti. "Belini ağrıtırsam söyle."
"Ne söyleyeceğim," dedim dalgayla. Kolumu montunun üzerinden ona sararken yaptığım hareketi çok da sorgulamadığımı fark ediyordum. "Ben de senin belini ağrıtırım, ödeşiriz."
"Birbirimize bel altı zararlar vermek istiyorsak soğukta götümüz dona dona dolaşmanın anlamı yok," diye homurdandı. "Benim bu konuda harika fikirlerim var."
"Hafızamı da senin harika fikirlerinle mi kaybetseydim acaba?" dedim imalı imalı. "Kafamı yatak başlığına çarpardık ağaçlar yerine, öyle mi?"
"Ama gerçekten öyle bir şey geldi başıma," Sağ işaret parmağını havada sallayarak "Sen daha ilginç bir vakasın tabii," diye ekledi. Tekrar dönüp, kartalınkini andıran kehribar rengi boncuklarıyla etrafı süzdüğünde kaşlarımı çattım.
"Bir sorun mu var?"
"Hayır." Kafasını geri çekerek bana baktı. "Ne alakası var?"
"Regl olmuş kadınlar gibi arkana bakıp duruyorsun da." Dudaklarımı büzerek küçümseyici bir bakış attım.
"Senin dilin benimkinden de sivri," diye homurdandı. "Senin gibi pandanın tekiyle burada herhangi bir tanıdığa görülüyor muyum biye bakınıyordum. Bir de milletin diline sakız olmayalım Ilgaz panda elliyor diye."
Elimle kolumun zor sardığı beline vurdum, tam o sırada elim sert bir metale çarptı. Avcumu bedenine yaslayarak metale doğru uzandım, montunun üstünden kavradığım şey bir silah kabzası mıydı?
"Ne yapıyorsun kızım ya?" Ani bağırışıyla birlikte elimi çekti belinden. Kendi kolunu da omzumdan ayırmıştı.
"Herkese seni nasıl ellediğimi gösteriyorum." Öfkeyle çatılan kaşlarına aldırmadan kollarımı göğsümde birleştirdim. "Neden üstünde silah taşıyorsun?"
Ofladı. "Soru sormak zorunda mısın, Itır? Sahiden bu kadar meraklı olmak zorunda mısın?"
"Ben gidiyorum!" Öfke kanımda korkan gibi kudurdu. "Manyak katilin tekine güvenecek halim yok ya! Bu ülke birbirini doğrayıp çöp konteynırlarına atan psikopatlarla dolu!"
"Sen bu ülkeyi hatırlıyor musun?"
"Ilgaz!"
"Aman iyi be!" Montunu geriye atarak ellerini bordo kazağının beline yerleştirdi ve sözcükler, çayıra salınan koyunlar gibi, oyuna salınan yaramaz çocuklar gibi koşturdu dudaklarından.
"Bak kızım, biz seninle evlenecektik, sonra senin baban seni bana vermedi. Ben de seni kaçırdım, kaçırırken peşimizde abilerin vardı. O yüzden kaza yaptık, sen kafanı vurdun, ben de hem yanında kimlik yok hem de abilerin hastaneleri arar diye seni hastaneye götüremedim. Kuzenimi aradım, geldi pansuman yaptık sana. Şimdi de seni bırakırsam abilerin bulur, önce seni, sonra bizi öldürür. Anladın mı? Gel şimdi buraya!"
Yüzüme yediğim şok darbesiyle yere çakılı kaldım, ayaklarımdan uzanan hayali köklerle resmen ağaç olup yere saplandım. Betim benzim atmış, rengim kireç gibi olmuş olmalıydı. Ilgaz yüzünü denize çevirmiş, beni geniş sırtına sıkışan montu ve dirsekleriyle yüz yüze bırakmıştı. "Çüş artık, gerçekten çüş!"
Arkasını usulca bana döndüğünde yüzü çarşaf gibiydi. "İnanamıyorum, sahiden inanamıyorum."
"Töre dizileri gibi, değil mi? İnşallah abilerin bizi vurmaz."
"Ben nasıl senin gibi bir hıyarla evlenmeyi düşündüm ya?" Adeta cırlayarak bağırdım. "Ay kendime inanamıyorum! Ay gerçekten, daha on yedi yaşında ne yapıyordum ben ya?"
"On yedi yaşında mısın?" Gözlerimiz aynı anda hayretle açıldı. "Yani, on yedi yaşında olduğunu hatırlıyor musun?"
Gözlerimi sinsice kısarak kafamı salladım.
"Hatırladığın şeyleri söyle bana, tamam mı?"
"O niye?" Tek kaşımı kaldırarak bana bir adım yaklaşmasını izledim.
"Çünkü..." Kaldırımda yürürken önündeki basamağı fark etmeyip aniden düz zemine düştü göz bebekleri, gözlerini gözlerime dikerken konuşmadan önce boğazını temizlemesi gerekmişti. "Sevdiğim kadını kaybetmişim gibi hissediyorum."
Kalbim göğsümde iç savaş çıkarırken dudaklarından çıkan nefesi nefesimle çarpıştı havada, sustuk. Sessizliğin arkasında bıraktığı tek ses dalgaların gürültüsüydü, utançla kafamı başka yöne çevirirken Ilgaz'ın kısık sesle "Kafanı sikeyim Ilgaz," diye mırıldandığını duydum. "Diline de sokayım. Aferin."
Büyük ihtimalle beni üzdüğünü düşünüyordu, hatırlayamadığım için daha da kötü olduğumu. Oysa onun bir suçu yoktu ki, zihni vasıfsızlıkta zirve yapan bendim. Gece gibiydim, karanlık ruhum zihnimin sokaklarını siyah mumlarla aydınlatıyordu. Gökyüzündeki yıldızlar zaman zaman parlasa da gün doğmuyordu içine sıkıştığım belirsizliğe. Yine de panik yapmamış, korkmamış, kendimi kötü hissetmemiştim. Bu çok garip bir histi, kalbinden kalbime akan güven dolu suların debisi yüksek, yatağı genişti. Onu hiç tanımıyor olsam bile güvenmek isterdim. Koluna dokunarak önüne geçtim.
"Düğümlenmiş hortum gibiyim, akan sular durmuş, her şey sıkışmış zihnimin içinde. Bu ne, nasıl geçecek, inan bilmiyorum ama sen kendini suçlama ne olursun. Hatırlayamayan benim kafam. Sen yapman gerekeni en doğru şekilde yapıyorsun zaten."
Göz bebeklerimdeki üzüntü üstüne esen suçluluk rüzgarıyla zayıf bir mum alevi gibi titreşti, kendi alazlarımın yansıması gözlerinin pek de fark edilmeyen çekik kıvrımlarına kadar sindi. Derin bir nefes alarak kollarını bana dolarken çenesini saç diplerime kaydırdı. Bir an duraksadım, sarılan kollarına karşılık verememiştim. "Geçici bir hafıza kaybı bu," diye fısıldadı. "Belirtilerini araştırdım internetten. Adını, kim olduğunu hatırladın. Hafıza kaybına rağmen biraz biraz hatırlıyorsun bazı şeyleri. Korkma sakın. Mide bulantısı, baş dönmesi gibi belirtileri de gösterdin. Normal bunlar hep. Geçecek, söz veriyorum geçecek ama geçene kadar bırakmam seni. Bırakamam Itır, hiçbir yere gidemezsin. Olmaz."
Aniden gelen şefkatle kollarım bana sarılan bedenine karşılık vermekte hala tereddüt ediyordu. İnsanı anıları terk etse de hissiyatları kalmaz mıydı? Neden ona beslediğim en ufak bir sevgi kırıntısı bile bulamıyordum? "Demek sevdiğim adam sendin, ha? Hayret ettim."
"Sorma sorma," diye homurdandı.
Birden aklıma gelen fikirle duraksadım, midem kaynarken "Ilgaz," diye aceleyle geri çekildim. "Midemin bulanması, başımın dönmesi, başka bir sebepten dolayı olabilir mi?"
"Ne?" O da gözlerini gözlerime sabitleyecek kadar çekildi.
"Yani diyorum ki..." Utancımdan konuşamamıştım. Gözlerimi kaçırdım. "Anla işte."
"Neyi anlayayım lan? Mal mal kıvranıp duracağına söylesene."
Kaşlarımı çatarak göğsünü ittirdim. "Biz sevgiliydik madem, hamile olabilir miyim ben?"
"Yok artık!" Ani haykırışı ve beni kendisinden uzaklaştırışı ile dumur oldum. "Yok devenin nalı! Saçma sapan konuşma lan!"
"O zaman acelemiz neydi de peşimizden atlı koşturuyor gibi evleniyorduk biz?"
"Ebenin örekesi yüzünden!" Sinirden kıpkırmızı olan suratına bakarken elimi alevlerin içine uzatıyormuş gibi hissediyordum. Öfkeyle bileğimi kavradı. "Yeter be, yürü artık! Benim de sabrımın bir sınırı var!"
"Bırak ya," diye öfkeyle çekiştirdim kolumu. "Canımı yakıyorsun! Gelmeyeceğim ben seninle!"
Sözlerimle birlikte arkasını dönmesi bir oldu. Aniden, bedenimi bir çuval patates gibi omzuna atıp yürümeye başladığında şoktan ötürü bağıramamıştım bile. "Kes çeneni artık," dedi yorgun bir sesle. "Bıktım lan senden, yemin ederim bıktım!"
Görüş açımdaki biçimli kalçalarına bakmamaya çalışarak elimi beline attım ve montunun altındaki metale uzandım. Aniden sarsılan vücudu hiç de kısık sayılmayacak bir sesle küfür savurdu, dengesini kaybedip beni düşürmemek için ayaklarını yere sabitlemesi gerekmişti. Elimdeki silahın ağırlığı ve soğukluğuyla şaşırırken "Itır!" diye gürledi. Tüylerimin diken diken olduğunu hissettim.
"Çok konuşma be!" diye çirkefleşirken elimdeki silahı sallıyordum. "Vururum bak seni, sonra kendimi de vururum, abimler de cesetlerimizi vurur."
"Hay Allah'ım," diye bağırdı öfkeyle. "Hay Allah'ım neyle sınıyorsun sen beni!"
Kıkırdayarak elimdeki silahla beline dokundum, Allah'tan haince sırıttığımı görmemişti.
*-*
LÜTFEN YORUMLARINIZI ESİRGEMEYİN BENDEN, SİZ ILGAZ'I NE KADAR ÖZLEDİYSENİZ BEN DE SİZİN YORUMLARINIZI, GÜZEL KALPLERİNİZİ BİR O KADAR ÖZLEDİM.

2 yorum:

  1. Eskisinden de harika olmuş. Yine içimde bir yerlere dokunuyor ama bu... Okurken hissettiklerim gerçekten çok farklı şeyler. Bunları daha hissetmediğime eminim. Emeğine, yüreğine sağlık.

    YanıtlaSil
  2. Asya! Bu bölüm tek kellimeyle: HA-Rİ-KAY-DI!
    O kadar güzeldi ki... Güzelliğini anlatacak bir şeyler söyleyemiyorum bile. Kurgu efsane bir şekilde ilerliyor, anlatım desen zaten muazzam. Özgün bir anlatım, özgün bir tarz, ilk defa okuduğum özgün benzetmeler, betimlemeler... Diyecek kelime yok.
    Bölümü okurken haykırdığım, kahkaha attığım yerler çoğunluktaydı. Itır ve Ilgaz'ın didişmelerini fazlasıyla özlemişim.
    Şaşırdığım bir nokta Itır'ın geçici bir şekilde hafıza kaybı yaşaması. Devamında neler olacağını fazlasıyla merak ediyorum.
    Güzelim, kalemine sağlık! Güzel yüreğini yansıttığın satırlarından, harflerinden bir bir öpüyorum. 💜

    YanıtlaSil